MÜJGAN

eğirdir haber,akın gazetesi,egirdir haberler,son dakika,MÜJGAN
Haberin Tarihi: 26.12.2017 19:27:00 - Okunma Sayısı:6196 defa okundu.

Eğirdir'de Bir Aşk Hikayesi

MÜJGAN

Eğirdir'de Bir Aşk Hikayesi

                Kasabada ılık, sakin yaz başı günlerinden biri. Vakit ikindi. Üç kadın, yarım adaya gidilen Kale'nin dar kapısından giriyordu. Bu kişilerden Güllüşah sanki arkadan sel geliyor gibi yürümekteydi. Karar verdiği işte kazanmaya kararlı, vurduğu avı almaya giden bir avcının çevikliğinde adımlarını daha da hızlandırdı.  Evlerden çaldıkları yiyeceklerden karınları şişmiş, Kale'nin varoşlarında öğle uykularının tadını çıkaran kediler sıçrayıp kaçtılar. Güllüşah'ın haşmetinden Kale duvarlarının deliklerinde aldılar soluklarını. Adımları öyle sertti ki yoldaki çakıl taşları sıçrayıp yol açıyorlardı ona.

                Attığı adımlar verdiği kararlar gibiydi, öylesine keskindiler ki, eşit mesafelerle, milimetre şaşmadan olmasını istediği yerdeydiler. Onun açtığı bu yolda da arkasındaki iki kadın yürüyordu. Bu hep böyle olacaktı. O yolu çizecek diğerleri onu takip edecekti.  O iki hanımdan biri vardı ki;

                ‘Küçük Hanım’ derdi kasabalı bu genç ve güzel kadına, Güllüşah'ın önüne geçirmemek için.

                Bu kız Güllüşah'ın verdiği yegane tavizdi, yaşadığı bu hayatta: Oğlunun değiş tokuşu; ŞEMSETTİN.

                O gece…

            Efendim, sen misin?”

                Cevap, “Biz geliyoruz” olmuştu.

            Biz geliyoruz”

                İşte bu,

            Biz de kim Efendi, diye şaşkın şaşkın, merdiven başından kendilerini görmeye çalışan Vesile Hatun’a kendi vermişti cevabı Güllüşah, Rıza Efendi'nin konuşamayacağını fark edip:

            Adım Güllüşah. Kader böyle istemiş ve ben de buradayım bu akşam. Ama sen daima bu evin ilk ve büyük hanımı olarak kalacaksın. Alınyazımız bugün burada kesişiyor.”

                Vesile Hatunu incitecek, kıskandıracak herhangi bir olaya sebep olmamak için elinden geleni yaptı Güllüşah. Onu devamlı izledi. Zaman zaman onunla konuşmaya çalıştı, ama o yaralı bir ceylan gibi yaralarını kimseye göstermeden kendi başına, gözyaşlarını içerek, ortalarda pek görünmeyerek yaşadı. Ve bir gün, ruhu aldığı yaralara dayanamayıp, dört kız evladı verdiği kocasına ve kızlarına doyamadan, Güllüşah geldikten çok kısa bir süre sonra, dünyadan göç edip gitti.

                Öndeki Güllüşah'dı dediğimiz gibi; Rıza Efendi'nin son karısından bir önceki.

                Hemen arkasında, sedef kakmalı bastonunun savrulduğu tarafta, gölgesine bile yetişemeyen, eteğinden tutmaya çalışır gibi koşarcasına yürüyen, zarif yapılı, ince bir kadın; daha taze ve çarşaflı. Çarşafı vişne çürüğü renginde, ipekten. Rıza Efendi'nin yıllardır beklediği, uğruna iki karı ve birçok metres eskittiği, bir değil, ikiz erkek evlat veren son karısı. Yüzünün güzelliği eşsiz, minyatür gibi, “"Allah kendi eliyle özenerek yaratmış" der ilk gören. Bu güzel kadın Küçük Hanım diye tanınır kasabalı tarafından.

                Hemen arkada, son karısının ilk kocasından olma, yetişkin, hala evlenmemiş Adile, güzeller güzeli. Çarşafsız, mantolu, eşarplı; elinde bir de siyah rugan çanta var. Herkese gösterircesine savurup yürüyor çantasını.

                Bu kız Güllüşah'ın verdiği yegane tavizdir, yaşadığı bu hayatta: Oğlunun değiş tokuşu; ŞEMSETTİN.

            Her şeyin bir bedeli var. Ödenmeden alınmaz, alınsa da işe yaramaz” derdi Güllüşah yerli yerince.

                Yol boyunca, hep bu çocuğu ve o meşhur geceyi düşündü Güllüşah.

                Karlı, fırtınalı bir kış gecesinde, günlerdir kocası Rıza Efendi'yi beklemekten yorulmuş, yatmaya hazırlanırken, dışarıdan o çok iyi tanıdığı fayton sesini duymuş, tekrar kadife sabahlığını giyip, elinde şamdan, kocasını karşılamaya koşmuştu merdiven başına sevinçle. Aşağıdan adının ünlenmesini beklemişti, ama ses yoktu.

                Sonra o seslendi:

            Efendim, sen misin?”

                Aşağıdan tereddütle gelen cevap:

            "Biz geliyoruz" olmuştu.

                Kalbinden vurulmuşa dönmüştü Güllüşah, şaşırmış, inanmak istememişti kulağının duyduklarına.

                Kulakları tanıyordu sesi... Biliyordu bu "biz geliyoruz"un ne demek olduğunu. Kendisi de bu eve ilk getirildiğinde merdiven başında bekleyen Vesile Hatuna aynı cevap verilmişti:

            "Biz geliyoruz."”

            "Biz de kim Efendi" diye şaşkın şaşkın, merdiven başından kendini görmeye çalışan Vesile Hatuna kendi vermişti cevabı:

            "Adım Güllüşah. Alın yazımız bugün burada kesişiyor. Kader böyle istemiş ve ben de buradayım. Ama sen daima bu evin ilk hanımı olarak kalacaksın."”

                Sonra Vesile Hatunun kocasıyla birlikte yan yana, arkasında elinden  tuttuğu, kendini dul bırakıp öbür dünyaya göç eden ilk kocasından olma küçük kızı, merdivenin sonuna vardıklarında, Vesile Hatun şaşkın, üzgün ve ürkek güzel koyu mavi gözleriyle güzel yüzünü gölgeleyen elemle karşılaşmış, üzüntünün daha bir güzelleştirdiği bu yüze açık açık bakamamış, utançla başını öne eğmiş, biraz geri kalıp yeni kocasının arkasına sığınmaya çalışmış, yaptığından hem utanıp üzülmüş hem de pişman olmuştu. Ama elden  ne gelir. Kader deyip, kocasını takip etmiş, kapısını açtığı odaya onunla birlikte girmişti. Arkalarından halen inanamayan gözlerle bakan Vesile Hatun’un önünden geçip gitmişti.

                Rıza Efendi Güllüşah'ı oğlan doğurtmak için almıştı.

                Evet, Rıza Efendi'nin tek arzusu oğlan evladı sahibi olmaktı. Dört kız fazla ve lüzumsuzdu. İlla oğlu olmalıydı, sahip olduğu sınırsız varlık ve zenginliği idame ettirip çoğalmak için.

                Vesile Hatun dört kız evladı verdiği kocasına, çocuklarına doyamadan, bu acıya dayanamayıp, Güllüşah geldikten çok kısa bir zaman sonra dünyadan göçüp gitmişti.

                Hamileymiş dediler, düşürdüğü çocuk erkekmiş dediler, ondan ölmüş dediler. Dediler... dediler...…

                Bu Rumeli'den gelme kibar, sarışın zabit kızının geriye halayıkların eline bıraktığı dört kızı da, küçük yaşlarda alelacele evlendirilivermişlerdi.

                Uzun yıllar, evin tek hanımı olarak boyalı konağında yaşadı Güllüşah. Ta ki... Küçük Hanım” eve gelene kadar.

                 Rıza Efendi'nin erkek çocuk sahibi olma arzusu hiç sönmemişti. Güllüşah da ona değil erkek evlad, hiçbir evlad verememişti.  Kısırdı bu güzel, haşmetli kadın.

                İşte şimdi birini bulmuştu kocası; genç ve güzel, ona çifter çifter erkek çocuklar vadeden.

                Ve işte bu yüzden, yine bir kış gecesi, kendi geldiği gibi Küçük Hanım gelmişti eve. O da onu, merdiven başında karşılamış, kocasının yanındaki bu genç ve güzel kadını, arkadan gelen küçük kızı görür görmez, durumu anlamış, hemen topukları üzerinde geri dönüp kendi odasına gitmişti.

                O günden sonra da Rıza Efendi'yle bir kelime bile konuşmamış, onu odasına almamıştı.

                Acılar içinde aylarca odasından çıkmamış, kalbi bomboş, Ümmü Halayık'ın tepsi içinde getirdiği yemekleri orada yemiş, orada uyumuştu.

                Bir sonbahar sabahı, bebek sesleriyle uyandığında, sanki biliyordu ne yapacağını.

                Misafirini ağırlamaya hazırlanan bir kadın gibi yıkanıp süslenmiş, giysilerinin en güzellerinden birini giyip çıkmıştı odasından.

                Lohusa odasına girdiğinde, bebeklerin bir değil iki olduğunu görmüştü. Hiç kimseye sormadan üzerlerine eğilmiş, yüzlerini örten yaşmakları açmış, tek tek yüzlerine bakmış sonunda Küçük Hanım' a dönüp:

            Bu benim, öbürü senin” demiş, çocuğu alıp odadan çıkmıştı.

                Hiç kimseye sormadan ve de hesap vermeden kalbine kilitlemişti bu kendi doğuramadığı oğlanı.

                İşte o andan beri hep bu çocuk için yaşamıştı. Hiç kimse de ses çıkarmamış, hak iddia etmemişti.

                Küçük Hanım Güllüşah’ın ne demek istediğini anlamıştı.

            Kızına bu evde yer var; bana ve bu çocuğa karışmadığın müddetçe”

                Küçük Hanım zamanla en iyisinin bu olduğuna kanaat getirmişti. Nasıl olsa iki taneydi oğlan. İyi de bakılıyor, sevgiyle besleniyordu ilk doğanı. Kızı da yanındaydı; varlık içinde yaşayıp gidiyorlardı.

                Daha iyisi can sağlığıydı.

                İşte böylece ilk doğan Güllüşah’ın oldu. İkinciyi bir kere görmüştü.

                Bir gün  "öldü"  dediklerinde tekrar hatırladı ikinciyi. Korkmadı bile alırlar oğlunu elinden diye. Almadılar da.

                Adını da kendi koymuştu zaten, kimselere danışmadan.

                Hayatını bir güneş gibi aydınlattı, evlat sevgisi tattırdı diye "Şemsettin" adını verdi ona.

                İçindeki acı dinmese bile, bu acıyı doğuran nedenler zamanla aklından silindi gitti Güllüşah'ın.

                Rıza Efendi'yse her şeyin böylece hallolmasına çok memnundu.

                Yaptığı her şeyin en iyisini yaptığını bildiği Güllüşah'tan daha iyi bir ana olamazdı oğluna.

                Ne yazık ki ömrü yetmedi oğlu Şemsettin'i bekleyenleri görmeye.

                Çok büyük konuşmuştu Rıza Efendi. Olmayacak zamanda ettiği duaları da Allah'ın duyacağı tutmuştu:

            "Bana bir erkek evlat ver, varımı yoğumu al" diye yalvarmıştı Allah'ına.

                Bir ikindi üzeri Küçük Hanımın ağrıları tutup Ümmü Halayık ebeye koşturulduğunda Ağa da evden çıkmış, sahibi olduğu hanın altındaki kahveye gitmişti. Bu gelişteki anlamı bildi kahvedekiler. Zaten Rıza Efendi:

            "Oğlan geliyor bugün" diye doğmadan haberini vermişti oğlanın.…

                Sadece o değil bütün kasaba bekliyordu Rıza Efendi'nin beklediğini, Ağalarının.…

                Çoktan yenilip içilmeye başlanmıştı ki baş kahya Yahya, dört nala göründü yolun ucundan; kan ter içinde atladı attan; Rıza Efendi de ona doğru koştu beklediği haberi duymak için:

            "Ağam oğlun oldu, ağam."”

                Rıza Efendi çılgın gibi kendi kendini alkışlayıp gülmeye başlamış, hıçkırığa benzeyen hasret kahkahaları arasından herkese yeniden içkiler ısmarlamıştı.  Derken yine bir at sesi duyuldu. Bu gelen de ağanın uşağıydı:

            İkiz ağam, ikiz, iki oğlan”

                Rıza Efendi artık zevkin, sevincin en doruğundaydı.:

            Biliyordum, bir gün oğlan doğurtacağımı biliyordum”

                Hiç kendinden beklenmeyen hallere girdi. Çocuk gibi sevinçle bağırdı, çağırdı, oynadı, zıpladı ve hatta bir de gazel çekti; şimdiye kadar kimsenin bilmediği tanımadığı sesiyle.… 

                Belki bir belki iki saat sonra, herkes Rıza Efendi'nin mutluluğundan mutlu olmuş, yiyip içmekten yorulmuşken, kahya Yahya'nın ortanca oğlan Kemal göründü kapıda.

                Kimse fark etmedi, yüzü bembeyaz, korkudan tir tir titreyen genç çocuğu. Kahveci fark etti sonunda, kapıda bel bel bakan, bir şeyler kekeleyen Kemal'i.

                Hiç işi yoktur buralarda, böyle yerlerde, yaşı yetmemiş, tüyü bitmemiş çocukların, ama o, bir haber için gönderilmişti; haberi getirecek başka insan kalmadığı için.

            "Ağam, ağam..."”

                Kahveci yanına geldi.

            "Söyle Kemal, ne diye ağam ağam deyip dikeliyorsun öyle kapı aralığında?"”

            "Boyalı çiftliği..."”

                Tiz bir çığlıktı bu, çocuğun ağzından çıkan.

            "Boyalı" adını duyan Rıza Efendi kendini toplayıp genç çocuğa döndü:

            "Nedir oğlum, kim yolladı seni buraya, ne söylemeye çalışıyorsun?"”

            "Şey ağam, Boyalı çiftliği yanıyor!"”

                Ağa yanlış duyduğunu sandı önce:

            "Neler saçmalıyorsun oğul, ne yanması?"”

            "Ağam, çiftlikte yangın çıktı, beni yolladılar sana, diğerleri yangınla savaşıyor, evi, atları, inekleri kurtarmaya çalışıyorlar."”

                Rıza Efendi hala inanmak istemiyordu duyduklarına ama çocuğun yüzüne iyice bakınca bu masum yüzdeki korku ve acının şaka olamayacağını anladı.

                Buz gibi sular döküldü sanki başından aşağı. Bu mutlu, sıcacık ilk haberlerden sonra çok zor olurdu böyle bir haberi hazmetmek.

                Önce oturdu sandalyesine. Etraftakiler ona koşuştular. Onun da yüzü bembeyaz kesilmişti. Kahveci oradaki birkaç kişiyi, kasabadaki yegane taksiyi almaya gönderdi. Alabildiği kadar taksiye binip çiftliğe yollandılar, Rıza Efendi ve ona yakın olabilenler.

                Daha çiftliğe varmadan tepelerin ardındaki duman, işin vehametini anlattı ona. O çok sevdiği çocukluğunun, gençliğinin en büyük kısmını geçirdiği bu nadide çiftlik, onun gözleri önünde eviyle, eşyalarıyla, atı, otuyla, ambarlardaki zahiresiyle kül olup yok oldu bir anda.

                 Ondan sonra da Rıza Efendi yıl be yıl çökmeye başladı.

                Kendisiyle beraber işleri de.

                Daha Şemsettin okul çağına gelmeden, bir sabah Rıza Efendi'nin ölüsünü çiftliği boydan boya geçen ırmağın yanındaki harman yerinde buldular. İkizlerin doğumuyla verdiği ziyafetler, okuttuğu mevlütler ve istiğfarlar karşılayamamıştı galiba hanımlarına yaptıklarını.

                O çok uzun yıllar beklediği oğluna doyamadan, muradına eremeden, böylece çekip gitti bu dünyadan.…

                Karıları da ağlamadılar pek arkasından.

                Tek ağlayan Vesile Hatundan geri kalan kız evlatlarıydı. Onlar hayatları boyunca ağladılar babalarının ardından, belki görüp gördükleri zenginlik de onunla birlikte gitti, bitti diye ama belki de hayatta sevip sevebilecekleri yegane insan babaları olduğu için…

                Birden bire kendisini hedefinin kapısında buldu Güllüşah. Çok gerilere gitmişti. Zorlandı önce ne için yola çıktığını hatırlamakta. Her zaman bu gibi durumlarda yaptığı gibi şöyle bir silkindi içten içe, eskiyi söküp atarcasına. Elini yavaşça kapı tokmağına götürdü; tokmağı vurmasıyla kapının açılması bir oldu.

                Güneş gibi Müjgan belirdi kapının ardında.

            "Hala" diye boynuna atıldı.

                Esas halası Küçük Hanımdı. Ama o, Güllüşah'a da "hala" derdi. Güllüşah'a bu kadar yaklaşmaya sadece Şemsettin ve Müjgan cesaret edebilirdi; veya onlara müsaade ederdi Güllüşah.

                Şemsettin çok severdi onu, çünkü hiç kimseye güvenemeyeceği kadar bu kadına güvenmişti hayatında; ne yaparsa yapsın, nerede olursa olsun Güllüşah'ın onu hep destekleyeceğini, arkasında önünde olacağını bilirdi.

                Müjgan'ın Güllüşah'a olan düşkünlüğüne, sevgisine gelince: Müjgan bilirdi ki; her şeyi gören, anlayan ve seven bir kalp taşırdı halası. İnsanlara sadece bakıp geçmez, onların ne düşündüklerini, ne hissettiklerini bilir, onları anlamaya çalışır, hiç fark ettirmeden yanlarında, arkalarında olurdu. Özellikle kadınların.

                Hani yolcu vardır bakar geçer yoldakilere, yaşamadan görmeden; yolcu vardır, girer, görür, yaşar geçtiği yerlerde, gördükleriyle yaşadıklarıyla bir olur. İşte öyleydi Güllüşah Müjgan için.

                O baktığını görür, gördüğünü yaşar, dolayısıyla paylaşırdı sırları, dertleri, hiç konuşmadan.

                İşte bundandır ki, Güllüşah biliyordu, tanıyordu Müjgan'ı, kalbini, özlemlerini, hasretini.

Müjgan onun hayal edebileceğinin üstünde güzeldi.

                Güllüşah'a göre dünyada Müjgan'dan daha güzel bir kız olamazdı. Dolayısıyla da bu kız sadece Şemsettin'e yaraşırdı.

                Tahsilli olmaması sorun değildi. Ne verebilirdi ki ona okul sıraları. Böylesi daha iyiydi. Şemsettin okula gitti de ne oldu? Okulu kendisiyle Şemsettin arasına giren bir umacı gibi görürdü.

                Ayrıca hayatta başarılı olmak için illaki tahsilli olmak şart değildi Güllüşah'a göre. Akıllı, okulla da okulsuz da akıllıydı.

                 Okul akıla fikir ilave edemezdi. Fikirsiz akıl ise işe yaramazdı.

                İşte böyle düşünüyordu Güllüşah.

                Güllüşah'ın kapı tokmağına el attığında kafasından çoktan düğünler yapılmış, Müjgan gelini olarak Boyalı Konağı'nda yaşıyordu.

                Boynuna sarılan Müjgan'ı şefkatle yanaklarından öptü, şöyle bir gözden geçirdikten sonra onu olduğu yerde bırakıp hızlı adımlarla merdivenleri inmeye başladı; aşağıya ulaştığında da onu takip eden Müjgan'a dönüp;

            "Kahveyi hemen yap" dedi.

                Bu her zaman böyle olurdu; herkes bilirdi ama Güllüşah yine de sanki insanlar onun alışkanlıklarını unutabilirlermiş gibi onlara güvenmez, her defasında herkese:

            "Kahveyi hemen yap" derdi.

                Daima sade, daima çift fincanlık.

                Salon kapısında Fadime Ana karşıladı onu ve onu takip edenleri.

                Elini uzatıp öptürdü;

                “Hoşbulduk” deyip salona girdi.

                Köşe yastıklarıyla donanmış, bembeyaz dantelli örtülerle kaplı makette yerini aldı.

                O anda Saatçi de merdiven başında göründü. Güllüşah haber salmıştı ona yola çıkmadan önce, eve gelsin diye.

                Saatçi kapıda sessizce selamladı odadakileri, yürüyüp pencere karşısındaki koltukta yerini aldı.

                Saatçi biliyordu Güllüşah'ın ne için geldiğini, Müjgan'ı çok iyi tanıdığın için.

                Küçük Hanım'ın yanında oturan kızı Adile, bir an önce Müjgan'la yalnız kalmak için dışarıya sıvışmaya çalışınca Güllüşah'tan gelen bir "otur" sözüyle olduğu yere tekrar çakıldı kaldı. Halbuki hemen Müjgan'a gidip, geliş sebeplerini anlatmayı, onu sevindirmeyi ne kadar isterdi;

                Öyle zannediyordu…

                Demeye kalmadan müjgan gümüş tepsi üstünde büyük bir kahve fincanıyla kapıdan girip Güllüşah'a doğru yürüdü. O sırada Güllüşah gümüş sigara kutusundan kendi eliyle sarıp yerleştirdiği sigaralardan bir tanesini alıp yine gümüş ve fildişinden yapma ağızlığına takmaya çalışıyordu. Sonunda sigarasını yakıp, boş kalan eliyle Müjgan'ın uzattığı bol köpüklü sade kahveyi alıp, gözleri kapalı sesli sesli, kahveyi yudumlamaya başladı.

                Herkese susup, onun kahvesini bitirmesini beklemek düşüyordu. Müjgan da köşede, ayakta, kahvenin içilip bitmesini bekledi.

                Daha sonra diğerlerine de kahve yapacak, yine Güllüşah da dahil herkese ikram edecekti.

                Müjgan, Güllüşah kahvesini içip bitirince fincanı alıp dışarı çıktı.

                Güllüşah da :

            "Hadi sen de" deyip Adile'yi de onun arkasından yolladı.

                Mutfak kapısında Müjgan'a yetişen Adile:

            Müjgan sana müjdem var, çabuk kapıyı arkamızdan kapat.

                Güllüşah duyarsa beni çiğ çiğ yer.”

                Müjgan hiçbirşeyden habersizmiş gibi:

            "Pekala anlat bakalım" dedi.

                Adile konuşmaya başladı:

            "Biliyorsun Şemsettin ağabeyim geldi. Geldiğinden beri Güllüşah ona artık evlen, Müjgan evliliğe hazır çok güzel bir kız oldu. Al onu da ölmeden ben de göreyim deyip duruyordu. Dün akşam ikisi de uzun müddet Güllüşah'ın odasından çıkmadılar. Gece yarısına kadar konuştular. Bu sabah ikisi de aynı zamanda el ele kahvaltıya indiler. Ben de annem de artık onun evlenmek hususunda ağabeyimin aklına girdiğini anladık. İşte bugün de seni ağabeyime istemeye geldiler."”

                Müjgan, duyduklarına inanamıyordu. Olabilir miydi bu; bu kadar çabuk…

                Müjgan kendi açısından haklıydı böyle düşünmekte. Henüz on yedi yaşındaydı, Eğirdir ve Eğirdir'in güzün göç edilen üzüm bağlarından başka bir yer görmemişti.

                Koyu uzun kirpiklerinin çevrelediği ceviz yeşili gözleri, zapt olmak bilmeyen koyu kızıl saçları, ince ve zarif endamıyla el değmemiş bir yaban gülü gibiydi. Bakınca yüzü kızarır, konuşurken hep başı önde olurdu. Günlerini halı dokumak, ev işleri görmek ve ilerde kuracağı yuvaya çeyiz hazırlamakla geçirirdi.

                İşlediği köşe yastıkları, iğne oyaları, kanaviçeler hep birinin özlemiyle doluydu.

                Halasının oğlu Şemsettin.

                Ona ne zamandan beri sevdalıydı?

                Çok önceden onu sevmişti;

                Belki de doğduğundan beri.

                Öyle gelirdi ona. Kendini bildi bileli sevmekteydi onu.

                Aralarında sekiz yaş fark vardı. Hep ağabey demişti ona.

                Umutsuzdu bu konuda ama yine de hayal kurmak, hayallerini oyalara, kanaviçelere dökmek doyulmaz bir zevkti onun için.

                Şemsettin çok uzaklardaydı uzun zamandan beri. Liseyi bitirdikten sonra sarrafçılık öğrenmiş, sonra da İstanbul’da kuyumcu dükkanı açıp, orada çalışmaya başlamıştı. Ona ait haberleri müşterek akrabalardan duyuyor, onun adı geçince neredeyse kulak oluyordu.

                Şemsettin tahsilliydi; büyük şehirde yaşıyordu. Kim bilir oralarda ne güzel, ne tahsilli kızlar vardı. Şemsettin de öylelerine layık değil miydi?

                Öyle düşünüyordu Müjgan.

                Derken birkaç gün önce onun geldiğini duydu. Kalbini zorlayan hasreti dindirmesi, mutlaka onu görmesi, görülmesi lazımdı.

                Kararlıydı onu görmeye. Onu görebilmek için her yolu denedi…    

                Bir türlü karşılaşamadı. Halasını da ziyaret etmeye cesaret edemedi. Nihayet bir akşam, Şemsettin'lerin yakınında oturan akrabalarına gitmeye karar verdi.

                Şemsettin evine girip çıkmak için bu yoldan geçmek mecburiyetindeydi.

                 Yemekten sonra genç kızlar elektrik direklerinin altına koydukları iskemlelerde oturmuş sohbet ederken, yolun sonunda Şemsettin göründü. Hafif içkili gibi sallana sallana yürüyor, çevresindekilere aldırış etmiyor, bir şarkıyı ıslıkla çalıyordu.

                Müjgan geleni hemen tanımıştı. Onunla karşılaşmayı kafasına koymuştu zaten bu gece; olmazsa sabaha kadar bir yolunu bulup onu bekleyecekti. Bu akşam, bu gece mutlaka görecekti onu, bunu biliyordu. Hemen ayağa kalktı.

                Gelenin kendisini görmesini, tanımasını istiyordu.

                Ama erkek o kendine has yaylanır gibi yürüyüşü, dimdik başı, ütülü pantolonuyla heyecanını daha da arttırıyordu Müjgan'ın.

                Nasıl kotaracaktı bu işi.

                Şemsettin etrafla pek ilgili görünmüyordu. Müjgan iyice yol kenarına çıktı. Görülmemesi  imkansızdı artık. Öyle de oldu.

                Şemsettin:

            İyi akşamlar kızlar” deyip geçerken, Şemsettin’in önüne geçti:

            Merhaba, hoş geldin”

                Şemsettin yine baktığını görmeden savuşturmak ümidiyle:

            "hoş bulduk, iyi akşamlar sana da"dedi.

                Müjgan ısrarla:

            "Beni tanıdın mı?" diye, devam etti.

“         "Tanımam mı lazımdı?"”

            "Evet, ben Müjgan'ım."”

                Sesinin tonu kesindi ve ne demek istediğini ifade ediyordu.

                Şemsettin ayılır gibi oldu. Güllüşah'ın sözleri aklına geldi. İyice bir doğrulup baktı karşısındakine.

            "Olamaz sen bu kadar büyüdün mü?"”

                Tekrar, alıcı gözle baktığında elektrik lambalarının iyice koyu kızıla boyadığı saçlarda takıldı kaldı gözleri bir süre. Kendini Müjgan'ın tılsımından kurtardığında da kadınlara karşı olan her zamanki pervasızlığı ile, Müjgan'ı ellerinden tutup şöyle bir döndürdükten sonra:

            "Sen bir afet olmuşsun, küçüğüm" dedi.

                Müjgan nedense heyecanlı değildi artık. O, avını yakalamış vahşi bir hayvanın tavrıyla iştahla ve huzurla avını yemeye hazır gibiydi.

                 Müjgan'ın istediği olmuştu. O'nun yanındaydı ve o güzelliğinin farkına varmıştı. Farkına vardırılmıştı, umutluydu şimdilik.

                Kendisi de biliyordu nedenli güzel olduğunu. Daha doğrusu, başkalarının bakışlarından; bazen de kendi hakkında konuşulanları duyduğundan.

                Şimdiye kadar güzelliğini hiçbir zaman avantaj olarak kullanmamıştı. Ama şimdi işine yarayabilirdi. Ama nasıl? "Beni görüp, beni fark etmesi yeter" dedi içinden.

                Düşünmeden ağzından kendiliğinden çıkan lafları duydu:

            "Evet, öyle, senin için."”

                Öbüründeydi şimdi şaşkınlık sırası. Ama en şaşkını Müjgan'dı.

                Esasında kalbinden geçirmişti bu cümleyi, asla isteyerek dışarı vurmamıştı.

                Ne var ki sözler, başını alıp çıkmıştı, suya attığımız taş kaydıraklar gibi.

                Hani taşları attığınız anda bilemezsiniz ya, onun nerede başlayıp nerelere kadar zıp zıp zıplayacağını, nerelere ulaşacağını.

                İşte öyle olmuştu. Müjgan'a sormadan, başını alıp çıkmıştı ağzından laflar, fırlayı vermişti, işiten kulakları şaşırtmıştı.

                Esasında Müjgan sadece “evet” demek istemişti.

                Şemsettin bakmaya devam etti küçüğüne, bu sefer iyice görerek. Müjgan'ı ilk defa gören önce neresine bakacağına şaşırırdı:

                Uzun koyu kirpiklerle kaplı ceviz yeşili kocaman gözlere mi, yanaklarını delip geçen gamzelerine mi, dolgun biçimli dudaklarına mı, ince ve zarif boynuna mı, olabileceğin en güzeli kollarına mı, mütenasip yuvarlaklar çizen vücuduna mı yoksa alev alev yanan, hiç zapt olmayan, dalga dalga omuzlarından beline dökülen koyu kızıl saçlara mı?

                Şemsettin o dakika hepsinin farkına vardı ve gördüğünden memnun anında kararını verdi:

            "Bu kızla evleneceğim."”

                Sonra daha daha bir dikkatlice baktı kıza, uzun uzun...…

                Onun hem inandırıcı, hem inançlı, güven veren bakışlarıyla karşılaştı. Vücudunun her yerinde kıvrımları olan ince belli endamıyla karşısında, tetikte, atlayıp kaçmaya hazır bir tay gibiydi Müjgan.

                Usta avcı zamanında davrandı, önce elinden, sonra belinden tuttu Müjgan'ın:

            Haydi gel bize gidelim, çay içeriz beraber, Güllüşah da memnun olur muhakkak.”

                Kendini teslim etti ona o an Müjgan.

                Kadınların şaşkın bakışları altında onlardan ayrılıp, yürüdüler gecede bir müddet. Müjgan yürümüyor, yürütülüyordu.

                Mutluydu, imtihanı geçtiğini, kazandığını biliyordu ama yine de geleceğin kendisine istediklerini getireceğinden emin değildi.

                Koca konak kapısını anahtarıyla açtı Şemsettin. Buna alışkın olmayan Ümmü kalfa koştu geldi merdivenlerden Ağa oğlunu karşılamaya. Müjganla merdivenleri çıktı Ağaoğlu, çalmadan Güllüşah'ın kapısını açtı.

                Güllüşah, büyük deri  koltuğuna gömülmüş, gözler kapalı tespih çekiyordu. Gözlerini açmadan gördü onları sanki;

            "Hoş geldiniz." dedi.

            "Sana gelinini getirdim Güllüşah, bak işte, Müjgan." Heyecanını sesi belli etmişti.

                Güllüşah yine gözlerini açmadan yerinden kıpırdamadan:

            "Aferin." dedi.

                Bir müddet kimse bir şey konuşmadı. Nihayet Güllüşah hafifçe yerine yerleşir gibi kımıldandı.

            "Mutlu ettin beni."”

                Hafifçe gözlerini aralayıp Müjgan'ı süzdü.

            "Sen de mutlu musun, Müjgan?"”

                Müjgan duyulur duyulmaz bir sesle:

            "Evet." dedi.

            "Eh öyleyse her şey yolunda demektir. Git, Ümmü kalfa çay yapsın, sonra alıp bana gelin."”

                Öyle yaptılar. Çayları herkes kendi dünyasında mutlu, konuşmadan içtiler. Çay biter bitmez Şemsettin:

            "İyi geceler." deyip kayboldu. Müjgan'ı da, yanına emektar Ümmü Kalfayı  koyup, evine yolladı Güllüşah.

                Her şeyi kapı aralıklarından arada sırada kafasını kaplumbağa gibi çıkarıp, duymaya anlamaya çalışan Küçük Hanım, olanlara bir anlam veremediği için, yatmadan önce bir şey bahane edip, Güllüşah’ın odasına girdi. Güllüşah onu görür görmez hiç beklemeden:

                “"Şemsettin'i evlendiriyorum Küçük Hanım, Müjgan'la. Haydi iyi geceler."”

                Küçük Hanıma odadan çıkmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Sevinse mi, üzülse mi bu işe bilmiyordu. Buruktu kendinde kalan tat.

                Ağabeyi ne diyecekti bu işe.

                Müjgan eve gelince annesini kendisini bekler buldu. Daha kendisine bir şey sorulmadan,        "Halamlardaydım" dedi; başka da hiçbir şey söylemedi. İşte o an Fadime Kadının kalbine bir ok gelip saplandı.

                Korktukları başına gelecekti ve önüne geçmek mümkün değildi.

                Dişi kurt avını yakalamış, daha doğrusu erkek kurda yakalanmaktan memnun, vücudunun her zerresinden zafer ve mutluluk fışkırıyordu. Kızını hiç böyle görmemişti Fadime Ana.

            "Selamı var halamın."”

            "Başka?..." dedi Fadime Kadın.

            "Başka yok."”

                Çok keskin bir söyleyişti bu, hem de Fadime Kadını endişelendiren. Sonra da odasına, aşağıya indi.

                Göle bakan pencerede dikelip, geçmişlere daldı. Ne zaman sevmişti onu?

                Kadın erkek ilişkilerinin ilk defa farkına vardığında:

                Sekibağ'da.

                Ah o Sekibağlar.

                Sevgilileri buluşturan, tanıştıran, mor menekşeler açtığında ümitlerin de yeşerip açtığı ilkbahar günlerinin Sekibağları.

                Günlerce önce başlar hazırlıklar. Yeni doğmuş kuzuların haklarından çalınıp alınmış sütten yapılan taze peynirler, peynirli pidelerin üstüne konduğunda; türüm türüm, tüte tüte fırınlardan evlere taşındığında.

                İlk peynirli pidelerle gelir Sekibağlar telaşesi.

                Herkes hesabını yapmaya çalışır Hıdırellez’in.

                Eğirdir denizden 920 metre yüksekte olduğundan daha henüz serindir sabahlar.

                İşte bu sabahların Mayıs altısından bir gün önce kasabanın bekar delikanlıları taşımaya başlarlar analarının hazırladığı kıl kilimden çadırları, kuru yemişleri, ispirto ocaklarını, sofra örtülerini, peçeteleri, tencere, tava, tabak, çanak, bardakları.

                Sekibağ adını taşıdığı göle, nazlı bir gelin gibi sere serpe uzanıvermiş olan Eğirdir'in göle bakan batı yamaçlarında kutlanır.

                Sivri Dağı, Toroslar'ın doğuya giderken yanlarına almaya unuttuklarındandır. Tek başına Eğirdir'in bekçiliğini yapar.

                Yarımada onun eteklerinde başlar, gölü kuzeyli güneyli keserek, kale içinden geçip, adalara bakan tarafın ucunda sivri bir burunla son bulur.

                Sonra adalar gelir.

                Koca iki zümrüt gibi göl içinde yüzen adalar.

                Eğirdir Gölü mavinin yeşilin en güzellerini sergiler, gökyüzünün keyfine göre. Kaprislidir de. Poyrazına güven olmaz, isterse evlerin çatılarını, camilerin minarelerini alır götürür.

                Mavilerin bittiği yerde karşı kıyıların yeşilleri başlar.

                Bir başkadır Eğirdir, bütün dünyada bir eşi daha yoktur.

                 Eğirdir'i tepeden seyretmeye doyamayanlar sık sık tırmanırlar Oluklacı'ya, Sivri'ye. Gölün, maviden laciverte, yeşilden turkuaza kadar değişen renklerine dalıp, hayal dünyasında kendini kaybeden insanların en sevdiği yerdir onun tepeleri. En tepesine çıkabilen de azdır zaten. Tehlikelidir de ayrıca. Yolu iyi bilmeyenleri geri yollamayabilir de. Çok olmuştur...…

                Dönelim yine Sekibağımıza.

                Akşama kadar kurup hazırladıkları çadırlarda geçirirler geceyi hep beraber gençler. Düşlerini, beklentilerini, ümitlerini anlatırlar birbirlerine, sevgililerini getirecek sabahı beklerken.

                Gizlice getirdikleri rakıyı da yudumlarlar ara sıra, uyku onları koynuna alana dek.

                Sevdaların doğduğu, aşk sözlerinin verildiği, gizli anlaşmaların yapıldığı yerdir Sekibağ.

                Daha önce birbirine göz koyanlar burada açarlar kalplerini birbirlerine; bakışlarıyla, verilen, kabul edilen menekşelerle.

                Kayalarla, çalıların müziği çalar burada. Menekşeler başta bütün kır çiçekleri bu müzikle doğar, bu müzikle ölürler Sekibağ’dan Sekibağ’a. Sekibağ’cı gençler her gelişlerinde bir mızrap daha vurup, daha da güçlendirirler bu cümbüşü kasabaya inene dek.

                Ertesi gün erkenden gelinlik kızlar, yeni gelinler ve kayınvalideler görünür gençlere uzanan yolun eteğinde.

                Analar bilerek yavaş yavaş tırmanırlar yokuşu, akşamdan kalma oğullarına toparlanıp hazırlansınlar, kendilerine gelsinler onlara ulaşmadan önce diye. Kadınlar, kızlar tepeye ulaşır ulaşmaz da damat adayları toz olurlar kendi bölümlerine… Gelinlik kızlar eteklerini çalıların tırnaklarına takmamaya çalışarak analarını takip ederler.

                Tepeye varınca analar, gelinler kahvaltıları hazırlamaya başlarlar. Kızlar iş görmez bugün.

Onların vazifesi sadece güzel olmak, beğenilmektir. Bu telaştan faydalanan kızlar yürürler hemen kendilerini sevdiklerinden, seveceklerinden ayıran kuru çalı dallarından, taşlardan yapılma alçak duvara doğru, etrafa çaktırmamaya çalışarak, herkesin bildiğini.

                İlk görüşmeler, tanışmalar, göz göze anlaşmalar böyle başlar: Kızlar duvar boyunca boy gösterirken, duvarın ötesindeki erkekler de onları seyredip karar verirler kimi seveceklerine, kime menekşe vereceklerine, hangi güzeli kendisine eş seçeceğine.

                Öğle ezanına kadar bu böyle devam eder. Öğle ezanıyla beraber dolmalar, bütün etler, pilavlar, kurma balıklar sepetlerden çıkarılır, ısınmaya konur gaz ocaklarına. Tertemiz sofra örtülerinin üstüne getirilen yemekler sıralanır, hep beraber yenir. Tatlılar da yendikten sonra çay demlenmeye bırakılır. Çaylar da içilip sofralar toplanırken, genç kızlar, yine sıvışır, duvar kenarında alırlar soluklarını. Kaş göz işaretleriyle, sevdikleri, beğendikleriyle anlaşır, hatta birbirleriyle konuşmayı başaranlar bile olur.

                İkindiye doğru, istenenler, sevilenler ellerinde sevgililerinin verdiği mor menekşelerle çadırlarına geri dönerler.

                Sıra çerez yemeğe gelmiştir.

                Günün en mühim kısmıdır bu.

                Bu etapta sofraları sadece çerezler değil, damat adayı anaları da süsler.

                Çerez zamanından önce kızlar, yerlerini kaynana adaylarına bırakıp çadırlarına dönerler. Delikanlılar da merakla yanlarına gelen analarına beğendikleri kızın adını verirler.

                Seneler önce işte böyle bir anda, çerez yenirken, Müjgan, çadırın önünde birdenbire beliren Şemsettin'i görmüştü. Kalbi o anda zıplayıp yer değiştirmişti sanki.

                Yine o anda biliyordu ki, o sadece Şemsettin'in olabilirdi...

                İşte o zamandan beri de O'nu seviyor ve O'nu bekliyordu, sessiz sedasız.

                Sadece anası biliyordu, kendisine söylenmeyen bu sırrı, her ana gibi, bir de her şeyi bilen Güllüşah.

                Akşam karanlığı basmadan yokuş aşağı evlerine doğru yürümeye başlar Sekibağ’cılar.

                Gizlice söylenmiş aşk manileri, verilmiş sevda sözleri, bu mosmor, sapsarı tepelere takılır kalır bir sonraki Sakibağ’a kadar.

                Aradıklarını bulamayan, bulduklarını alamayan gençler de, dualarını, ümitlerini ekerler, makilerin gölgesinde açmış menekşelerin üstüne.

                Oradakiler ikinci kahveyi içerken, Adile yanında dırdır ederken, film fibi geçmişti gözünün önünden Müjgan'ın.

                İşte şimdi onu Şemsettin'e istemeye gelmişti Güllüşah.

            "Kahve taşıyor" diyordu Adile.

                Kendine geldi Müjgan:

                Evet kahve, Güllüşah, mutluluk…

                Kahveleri koydu tekrar fincanlara, merdivenleri uçup bir solukta, odaya vardı; arkasında Adile.

                Güllüşah'a uzattı tepsiyi önce. Sonra Küçük Hanım, babası, anası.

                Kahveler içilirken, o da annesinin yanına oturdu.

                Kahveler içilip bitince, Müjgan boş fincanları alıp dışarı çıkarken, Güllüşah:

            "Ben haber verene kadar içeri gelme Müjgan" dedi.

                Müjgan biliyordu nedenini bu lafın.

            "Peki" deyip çıktı dışarı. Sevinçten uçuyordu.

                Biliyordu artık. Emindi.

                Sıra kız istemeye gelmişti.

                Müjgan'ın esas halası Küçük Hanım, kız isteme hakkını kendinde buluyordu. Her zamanki gibi yine başını yuvasından çıkaran kaplumbağa gibi vızıldarcasına:

            "Ağabey, biz Müjgan.." derken, Güllüşah sağ elinin işaret parmağını hafifçe kaldırdı, sanki sana Şemsettin'le ilgili ne zaman konuşma hakkı verildi dercesine ve:

            "Kes" dedi.

                Demesiyle de Küçük Hanımın kafası, sesiyle birlikte deliğine çekildi.

                Yine de hemen başlamadı Güllüşah konuşmaya.

                Önce şöyle bir sallandı, yerine yerleşti, ipek yaşmağını düzeltti el yordamıyla.

                Gümüş sigara kutusunu açtı, içinden Boyalı tütünlerinden yapılma sigaralardan bir tane aldı, tombul parmakları arasında şöyle bir yuvarladıktan sonra burnuna götürüp, o güzelim tütün kokusunu içine çekti. Bir eliyle sigarasını ağzına götürürken, diğer eliyle cebinden çakmağını çıkarıp bir çakışta yaktı, gözleri çakmağın alevinde, çakmak sigaraya ulaştı.

                Bütün bu zaman zarfında Saatçi'ye ne diyeceğini tekrar kafasının süzgecinden geçirmiş, her şeyi bir çırpıda halletmeye karar vermişti. Daha sigarasının ucu korlanmaya başlayıp çakmağı çekerken konuşmaya başlamıştı bile.

            "Müjgan'ı Şemsettin'e almaya geldim."”

                Bunu ikisi de biliyordu zaten. Saatçi de, Fadime Ana da.

                Ayrıca bu bir isteme değil, bir emirdi, bir karardı. Güllüşah'ın edasından, bu iş oldu bitti, dönüşü yok okunuyordu.

                Fadime Ana, boynu bükük, içinde dağ kadar alevler ağarmış saçlarından fışkırırken, o bir buzdağı olmuş, için için titriyordu; bu karara karşı gelememenin hıncıyla yanıp dönüyordu.

                Saatçi ise, ablasının kumasına karşı gelinemeyeceğini biliyor, kızını kurtaramayacağına yanıyordu.

                Yine Güllüşah'ın sesiyle kendine geldi karı koca.

            "Ne dersin Saatçi?"”

            "Siz öyle münasip görmüşsünüz, ne diyeyim?"”

                Saatçi gözlerini ablasına dikti; hep bunlar senin yüzünden başımıza geliyor dercesine.

                Küçük Hanımsa Güllüşah'ın arkasına saklanmaya çalışıyor, gözlerini ağabeyinden kaçırıyor, yakalandığında da, "ben masumum ne yapabilirim ki" der gibi melül melül bakıyordu, başını yana devirip.

                Bu hep böyleydi. Küçük Hanım hep yapmakla yapmamak, söylemekle söylememek arasında, çeyrek yolda, bir yerlerdeydi.

                Hep Güllüşah'ın gölgesinde güneşlenir, Güllüşah'ın eteğinde sürüklenirdi.

                Hep onun keyfinin gelmesini bekler, sorumluluğu Güllüşah'a bırakırdı.

                Şemsettin bu hususta kendi anasına benzerdi.

                Güllüşah kapı yanında oturan Fadime Ana'ya dönüp:

            "Aç kapıyı da Müjgan içeriye girsin" dedi.

                Kapının açılmasıyla da Müjgan'ın adımını içeriye atması bir oldu. Yaprak gibi titriyordu o da, ama sevinçten.

            "Tekrarlamama lüzum yok Müjgan, her şeyi duydun zaten kapıda, sen de kabul ediyorsun değil mi?"”

                Müjgan hiç düşünmeden "evet" dedi.

            "Şemsettin'le mutlu olacağına inanıyor musun kızım?"”

                Bu seferki ses Saatçi'nindi.

            "Evet, eminim; sadece onunla mutlu olabilirim ben."”

                Herkes şaşkındı bu kesin cevaptan, Güllüşah hariç.

            "Nasıl biliyorsun? Bu kadar emin." Yine Güllüşah'tı konuşan, daha da bir emin olmak istercesine.

            "İnsanların doğuştan bildikleri şeyler vardır ya hani. Bu da öyle bir şey işte."”

                Saatçi biliyordu artık Müjgan'ı kaybettiğini.

                Yine Güllüşah'ın sesiyle kendine geldi, dalıp gittiği acılardan.

            "Anlaştık mı Saatçi Efendi?"”

                Sesini çıkarmadı Saatçi. İçinden "kızım istiyor, ne desem ne yapsam yalan" diye geçirdi.

                Güllüşah son sigarasını da söndürüp ayağa kalktı.

                Artık ilk etaptaki işini bitirmişti. Ondan sonrasına Allah kerimdi.

                Müjgan koşup ipek çarşafları getirdi. Diğerleri peşinde, merdivenleri çıkıp ana kapıya geldiklerinde Güllüşah:

            "Bu işi uzatmayalım, nişanı, düğünü en kısa zamanda yapıp işi bitirelim" dedi.

                Cevap beklemeden sadece Müjgan'ı öpüp, bir:

            "Hoşçakalın"la kapıdan çıkıp gitti Güllüşah.

                Arkada verilen karardan mutsuz iki yaşlı insan kaldı.

                Müjgan'sa uçuyordu; kalbi daldan dala hopluyor, yıldızları ayları aşağıya indiriyor, onları kıskandırıyordu saçtığı mutluluk ışıklarıyla.

                Yaşlı ana baba, kızlarının mutluluğuna gölge düşürmemek için sessizce odalarına çekildiler. Kapılarını kapattıktan sonra bir müddet bakakaldılar birbirlerine; bir şeyler söylemek lazımmış gibi. Ama ne söyleyebilirlerdi ki; iş işten geçmiş, kılıcı alan kuşanmış, Saatçi ile karısına itaat edip beklemek ve dua etmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.

            "Her şeyi Allah'a havale edelim, ne hayırlısı ise o olsun" dedi Saatçi.

                Fadime Ana:

            "Ben bu işte bir hayır göremiyorum. Şemsettin'e nasıl verilir bu kız kurdun ağzına kuzu atar gibi.”

            "Kuzu istiyorsa önüne geçemezsin. Daha fazla üzme beni kadın, kes sesini."”

                Uzun uzun sustular. Karanlığın farkına varan Fadime Ana, lambayı yaktı.

            "Yemek yemeyecek misin Saatçi?"”

            "Hayır" dedi baba. "Namaz kılıp yatacağım. Sen istersen ye."”

                Fadime Ana'nın da iştahı yoktu.

                Yan yana namazlarını kılıp yine yan yana yataklarına uzandılar.

                Uzun süre sonra sessizliği bozan Fadime Ana oldu.

            "Bu iş olmamalı Saatçi, doğru değil yaptığımız, yapılanlar, alınan kararlar. O bizim tek evladımız, tek kızımız."”

                Sesini çıkarmadan dinledi Saatçi karısını. İçinden "ben de biliyorum doğru olmadığını"” derken.

            "Bizim bildiğimiz doğrular gridir hatun; doğruyu eğriyi bir Allah bilir. Eğer bu iş önlenemezse onun öğreneceği şeyler var demektir bu beraberlikten."”

                Sonra yıllardır yapmadığı bir şeyi yaptı Saatçi. Birdenbire karısına sarıldı, yardım isteyen bir çocuk gibi başını göğsüne koydu, kara düşünceler içinde hıçkıra hıçkıra ağladı uzun uzun, içine çeke çeke, karısının başını okşamasına ses çıkarmadan…

                Sonra uyku yakaladı yorgun ve yaşlı Saatçi'yi. Uyuyakaldı!

                Fadime Ana bir müddet daha okşamaya devam etti koca bebeğini; sonunda eli elinde o da uykuya yenildi.

                Nihayet nişan günü gelip çattı. Nişan kız evinde olacaktı.

                O gün davetliler nişan için hazırlanmış odaya alındı.

                Bu sefer misafirleri karşılamak işi Müjgan'ın en yakın arkadaşı Havva'ya verilmişti.

                Müjgan aşağıda, bahçeye ve göle bakan odasında sevinçli bir huzursuzluk içindeydi. İçinde birden bire çok sevdiği bu adet ve ananelere karşı bir hınç, hatta nefret duydu. Onun için ne nişanın, ne de ona takılacak mücevherlerin anlamı, önemi vardı.

                Tek isteği bir an önce Şemsettin'le beraber olmaktı.

                Kalbi dışarı fırlayacakmış gibi dolup taşardı onu düşününce.

                Saçları aklına geldi birden. Annesi saçlarını arkada toplamasını söylemişti.

            "Bu saçları bir araya getirip toplamanın ne zor olduğunu bilse böyle bir şey istemezdi benden" diye geçirdi içinden..

                Becerebildiği kadar saçlarını arkada zaptetmek için tokaladı onları.

                O gece için diktirilmiş, her şeyiyle Güllüşah'ın ilgilendiği, koyu yeşil kadife elbiseyi ve yine elbiseye uygun yeşil, parlak, ince deriden özel yaptırılmış, hafif topuklu ayakkabıları giyip, yukarı çıktı…

                Misafirler de zaten onu beklemekteydiler.

                Kapıyı annesi açıp, buyur etti onu. Göğsü iftiharla kabarır Fadime Ananın, kızının güzelliğinden.

                Odanın sol köşesinde, büyük ahşap masanın üstünde, tatlı ve tuzlu pastalar, yemişler, çikolataların ortasında çay semaveri harıl harıl kaynamakta, sessizce bekleyen nişan halkına tatlı bir huzur vermekteydi. Odanın üç tarafını bir at nalı gibi kaplayan sedirin tam ortasında, Güllüşah gizlelik elbiselerinin en güzellerinden birini giymiş, güzel tombul gerdadını açıkta bırakan lacivert, ipek entarisinin yakasına tek taş elmas iğnesini takmış, başında ipekli yazması, haşmetli, her şeye hakim, kendisine ikram edilen yumuşak yastıklara gömülmüş, gözleri her zamanki gibi yarı kapalı, tek eli arkada, öbür elinde kahve fincanı bekler gibi ama rahat oturmaktaydı.

                Sol yanında Küçük Hanım, ha var ha yok, sağında Saatçi, onları da akrabalık derecesine göre diğerleri takip ediyordu.

                En uçta kapıya yakın yerde, Fadime Ana; her an kaçıp gitmeye, her şeyi arkada bırakmaya hazır gibi duruyordu.

                Ortada, Saatçi'nin elleriyle yaptığı bakır gümüş karışığı dantel gibi işlenmiş koca tepsi üstünde nişanlık hediyeler durmaktaydı.

                Kapıdan içeri giren Müjgan, Güllüşah'tan başlayıp herkesin elini öptü. Tam annesinin karşısındaki yerini alacağı sırada Güllüşah'ın sesiyle kendine geldi.

            "Gel buraya Müjgan, yanıma."”

                Müjgan Güllüşah'a doğru yürüdü. Güllüşah birden bire kendinden beklenmeyen bir çeviklikle ayağa kalktı. Müjgan'ı kendisine çekti, önce gözlerinden sonra yanaklarından öptü.

            "Bu öpücükler benim yolumla Şemsettin'den sana" dedi.

                Herkes şaşırdı bu alışılmamış atağa. Daha bitmemişti şaşırtmak. Tekrar candan sarıldı Müjgan'a:

            "Şuandan itibaren sen benim gelinim değil, kızımsın. Bir oğlum vardı, doğurmadığım. Şimdi de bir kızım var, yine doğurmadığım. Buna kader denmez de ne denir?"”

                Sigaradan boş kalan elini cebine götürdü. Kocaman bir kadife kutu çıkardı, açtı. İçinden Müjgan’ın gözlerini dahi kıskandıracak kocaman bir zümrüt yüzük çıkardı. Müjgan'ın parmağına taktı.

                Bu onun kendi görümlük yüzüğüydü. Rıza Efendi'den.

                Müjgan zevkten dört köşe, yüzükte kaybetmişken kendini, Güllüşah Müjgan'ın ellerini kocaman yumuşak elleri arasına aldı. Önce Fadime Anaya sonra Saatçi'ye bakıp:

            "Kızım Müjgan'ı oğlum Şemsettin'e nişanlıyorum. Hayırlı uğurlu bol çocuklu olsun" dedi.

                Dudağından hiç düşürmediği sigarasını söndürürken bir şeyler mırıldandı Saatçi. Küçük Hanım fırsat bu fırsat deyip, o da bir şeyler söylemek istedi.

            "Bir şey mi dedin ağabey, sesini duyamadım da..."…”

                Güllüşah'ın sesi bomba gibi patladı.

            "Ne duyacaktın ki?” “

            Evet dedi Saatçi”

                Fadime Ana kocasına baktı. Suskun ve üzgün yerinde oturmaktaydı. Saatçi, üzüntülerine gömülü, onları göstermeye bile hak bulamazdı kendinde. O anda nefret etti kocasından, onun aczinden Fadime Ana. İçinde bir şeyler devrildi, yıkıldı, gümbür gümbür ettiler. Yıkılanlar, senelerin ağırlığından kanattılar bir yerlerini, derinden…

                Bir daha hiç konuşmadı Fadime Ana, ne kızından, ne de onunla ilgili bir şeyden.

            "Daha bitmedi, ilk yüzük bendendi, şimdi Şemsettin'inki sırada" konuşan yine Güllüşah'tı.

                Diğer yüzük etrafı safirlerle kaplı kocaman bir pırlantaydı.

                Tanıdı bu yüzüğü Fadime Ana:

                Bu sevgili arkadaşı Rıza Efendi'nin ilk karısı Vesile Hatunun yüzüğü idi.

            "Zavallı arkadaşım" diye inledi içten içten Fadime Ana, "gitti gitti, yerini bunlara bırakıp."”

                İkinci yüzüğü de öbür elinin yüzük parmağına geçirdi Müjgan'ın. Sonra Müjgan'ı alnından öpüp yanında yer açtı.

            "Bundan böyle senin yerin hep benim yanım, otur kızım."”

                Müjgan tekrar elini öptü kayınvalidesinin ve istenileni yaptı.

            "Haydi getirin yiyecekleri, içecekleri, kutlayalım bu günü değerince."”

                Yenildi, içildi, hediyeler takdim edildi.

                Karanlıkla birlikte de evlerine döndü herkes.

                Misafirleri uğurladıktan sonra Müjgan tekrar nişan odasına döndü.

                Oda karanlıktı. Odada Saatçi yalnızdı. Sigarası elinde, dimdik ayakta durmaktaydı. Müjgan babasının yüzünü karanlıkta tam seçemese de onun yüzünde memnun mutlu bir ifade bulmakta zorluk çekti.

            "Neden babamın yüzü bu kadar durgun?"

                 "Benim mutluluğum için sevinmek bu kadar zor mu onun için?" soru soran gözleri babasınınkileri aradı.

                Saatçi, Müjgan'ın girdiğinin farkındaydı. Başını çevirmeden göz ucuyla o da kızını gözledi. Biricik kızını.

                Arkaya tarayıp babasının yıllar önce kendisine hediye ettiği fil dişi tarakla tutturmasına rağmen her tarafa dağılan kızıl saçları, gür, uzun siyah kirpikleri, güneşte yeşerip zümrüt renkli bir öbek çim gibi koca yeşil gözleri, ince zarif yüzüne tam yakışan hafif kalkık burnuyla, sevgisini hiç açıkça gösteremediği biricik kızının farkındaydı o da.

            Keşke seni ne çok sevdiğimi, senin verdiğin bu yanlış karara bile bu yüzden karşı çıkamadığımı anlatabilseydim bebeğim” diye düşündü içi yana yana.”

                Sonra tekrar bir çaba gösterdi Saatçi, fikrini, düşündüğünü söylemek için.

                Kesin bir sesle:

            "Gel otur da konuşalım beraber biraz kızım" dedi.

                Babasının bu kararlı sesinden biraz irkildi Müjgan.

                Gidip babasının yanına oturmaktan ziyade ilişti sedire, koca gözlerini kaldırıp sorarcasına baktı babasına.

                Bu gözler ışıl ışıldı mutluluktan.

                Saatçi vazgeçti konuşmaktan, gölge düşürmek istemedi bu bakışlara; caydı söylemek istediklerinden.

            "Müjgan, sen istedin, isteğin oldu. Hayırlı olur inşallah, mutlu olursun" dedi.

                Odadan çıkmaya davranırken birden döndü, kendini babasının kollarına attı. Saatçi de biricik kızına sıkı sıkı sarıldı, hiç bırakmaya niyeti yokmuşçasına, şefkatle, sevgiyle kollarında tuttu onu. Bir müddet böyle kaldılar. Sonra yaşlı kollar gevşedi. Müjgan kıpırdandı, kurtuldu kollardan, kapıya yöneldi. Çıkarken babasına tekrar baktı. Saatçi'nin gözlerinden yaşlar akmaktaydı. Babasını sevinçten ağlıyor zannetti. Müjgan. Memnun, mutlu odadan çıktı.

                Bahçeye inen merdivenlerin başına geldiğinde, annesinin hala mutfakta olduğunu gördü.         Hava iyiden iyiye kararmıştı. Merdivenleri yarıladığında koca kapının çalındığını duydu.    Müjgan kapıyı açmak için koşmak isterken annesinin sesi onu durdurdu.

            "Dur" dedi.  "Bu sefer kapıyı benim açmam lazım."”

                Yaşlı yorgun adımlarla merdivenleri çıktı. Kapı bir daha vuruldu. Nihayet açtı kapıyı Fadime Ana. Zaten gelenin de kim olabileceğini bilmekteydi. Gelen, oğlan evinden bir halayıktı. Gelin evinden giden şerbet sürahisini geri getirmişti.

                İçinde nadide çikolatalar, badem şekerleri vardı. Hepsi Şemsettin tarafından İstanbul'dan getirttirilmişti.

                Annesini takip eden Müjgan, sürahiyi gördü ve kaparcasına aldı halayığın elinden. Annesine bir tane bile  vermeden koşar adımlarla merdivenleri indi, odasına girdi.

                Sürahiyi kucakladı, kalbine bastırdı, Şemsettin'den geldi diye.

                Uzun müddet, sürahi koynunda, göle vuran mehtabı seyretti hayallerini emanet etti onlara.

                Aradan günler geçti. Memleket ananeleri gereği, oğlan evi kız evini nişan yemeğine davet etti, en yakın akrabalarla birlikte,

                Müjgan hariç.

                Gaddar örfler buna izin vermezdi.

                Geldiğinden beri Şemsettin'i sadece bir kere görebilmişti o da o meşhur akşamda.

                Davet akşam yemeğineydi.

                O gün bütün davetliler Müjgan'ı evde bırakıp hep beraber, yemeğe, oğlan evine gittiler.

                Müjgan, boynu bükük arkalarından bakakaldıysa da, yüreği onlarla gitti.

                Kendisine de yemek gelecekti oğlan evinden ama, onun için hiç de ilginç değildi gelen, Şemsettin olmayınca.

                Yalnız kalınca sürahisi aklına geldi. Odasına gitti. Sürahiyi masadan aldı. Şimdiye kadar bir tane olsun yememişti içindekilerden. Rast gele alıp yemeğe başladı.

                Yorgundu nedense, ama mutluydu.

                Yemek getirecek olan Ümmügülsüm'ü beklemeden uzandığı maketin üstünde uyudu kaldı.

                Komşu kızın "Müjgan, uyan uyan" sesleriyle gözlerini açtı.

                Kapı açılmayınca, yemek tepsisini getiren Ümmü kalfa, komşuların kapısını çalmış, Havva da alt bahçeden dolaşıp Müjgan’ın bahçe kapısını açmış, şimdi de yemek tepsisi elinde karşısında durmaktaydı.

            "Al git yemekleri Allah aşkına, sen ye, benim uykum var."”

                Bu sözlerle yattığı yerden kalkmadı bile Müjgan.

                Havva da Ümmü Kalfayla beraber tepsiyi yukarıya, mutfağa bırakıp, sessizce evine döndü.

                Artık düğün günü gelip çattı.

                Müjgan'ın sabırsızlıkla beklediği gün.

                Bu yörelerde düğün hemen hemen bir hafta sürer.

                Herkesinki gibi Müjgan'ın düğün hazırlıkları da önce "Esbab Görme"yle başladı.

                Otobüs tutuldu, yakın akraba hanımlarıyla birlikte, Müjgan’ın düğün sırasında ve düğünden sonraki belirli günlerde giyeceği elbiseler, gelinlik ve Gelin Hamamı için kokulu sabunlar ve mumlar satın almak için Isparta’ya gidildi.

                Her şey Güllüşah'ın denetiminde, en iyisinden, en güzelinden alındı.

                Bu ara okucular, maniler söyleyerek kapı kapı dolaşıp, düğün davetine çıktılar.

                Bütün kasaba davetliydi Rıza Efendi'nin oğlunun görkemli düğününe.

                Oğlan evinin aldığı elbiseler, ayakkabılar, terlikler, kokulu sabunlar, yine oğlan evinin aldığı gelin sandığının içine kondu ve oğlan evine yollandı. Eğirdir’de gelenektendi.

                Alışverişten bir iki gün sonra, yakın yengeler önde, sırtında gelin eşyalarıyla hamallar arkada, kız evine gelindi.

                Günlerden Pazartesiydi. Bugün çeyiz serme günüydü.

                Müjgan bugüne çok önem verdi. Evlerin en üst katında göle bakan büyük oda bugün için ayrılmıştı. Bu odayı Müjgan daha önceden kendi eliyle temizleyip hazırlamıştı.

                Yıllardır aşkla, şevkle göz nuru dökerek işleyip hazırladığı çeyizlerinin beğeni kazanacağından emindi.

                Yastıklar, yorganlar, çarşaflar, havlular her şey en itinalı bir şekilde yerleştirildi, yengelerin de yardımıyla yerli yerine kondu.

                Duvardan duvara çekilmiş urganlara çeyizler belirli bir düzene göre asıldı tahta askılarla. Bu askıları Müjgan ipekle kaplamıştı çeyizler tahtadan zedelenmesin diye.

                Bu iş bitince öğleden sonra kasaba halkı “çeyiz görmeye” geldi.

                Müjgan her geleni sevinçle karşılayıp, çeyiz odasına götürdü.

                Her defasında, çeyizlerini seyredenlerle birlikte, o da heyecanla, zevkle seyretti çeyizleri, o göz nuru el işlerini, masa örtülerini, köşe yastıklarını, kanaviçeleri, iğne oyalarını.

                Salı günü gelin hamamı günüdür. Bu güne Müjgan, kız arkadaşları ve arkadaşlarından yeni gelinleri davet etti.

                Bugün için tutulan çalgıcılarla, davetli hanımlar öğlene doğru hamamın yolunu tutular.

                Herkesin koltuğunda, hamamda giyeceği ipek fıtalar, gümüş hamam tasları, sedef takunyalar ve kokulu sabunların bulunduğu işlemeli ipek bohçalar vardı.

                Çalgıcı kadınlar önde, hamam alayı arkada, çala söyleye hamama vardılar. O gün hamama düğüncülerden başka kimse giremez. Hamamda, genç kız ve gelinler sağlı sollu odalara dağıldılar, soyunup peştamallarını tutunmak için. Sonra sırayla birbirlerini yıkamaya başladılar, göbek taşının etrafındaki kurnalarda. Derken tefçi:

            "Kızlar, gelinler, haydi fıtalarınızı tutun, mumlarınızı alın, göbek taşına sıralanın" dedi.

                Kızlar gelinler ipek fıtalarını kapıp koştular göbek taşına, çember oldular etrafında. Mumlar yakıldı. Tefçi vurdu tefine; Müjgan başta, önünde tefçi, arkasında arkadaşları, ellerinde ışıl ışıl mumlar, göbek taşının çevresinde döne döne dans ettiler.

                Hamamın sisi içinde mum ışıkları daha bir büyülü görülür.

                Göbek taşının çevresinde üç kere dönüldükten sonra, Müjgan’ı göbek taşının ortasına oturttular.

                Müjgan çıplaktı.

                 Arkadaşlarından ve bekarlıktan veda zamanı gelip çatmıştı.

                Yeni gelinlerden biri Müjgan'ı sabunlarken, arkadaşları da sırayla su döktüler ona.

                Kimi ağladı arkadaşından ayrılacağına, kimi de keşke yakında beni de yıkasalar böyle dedi için için... Tefçi de yıkanana uygun maniler söyleyerek tefini çaldı. Meniler dokunaklı, anlamlı, acıklıdır. Ana evinden ayrılmaktan bahseder hep. Gelinlik kızlar ağlarlar hep, ama Müjgan sevinçliydi.

                Başına dökülen her tas su onu Şemsettin'e daha yakınlaştırmaktaydı.

                Yıkanma bitince Müjgan gelinlik bornozunu, sedef kakma takunyaları giydi, başına pullu yaşmağı da takdı, hamamdan çıktı.

                Arkadaşları da onu takip ettiler…

                Artık herkes acıkmıştı, sıra hamam yemeğindeydi.

                Oğlan evinin gönderdiği fırından yeni çıkmış sıcacık tahinli pideler, katmerler, nokul, turşu, tahin helvası, ekşi pestiller, meyveler, kuru yemişler, hamamın dış göbeğine yerleştirilmiş, onları beklemekteydi. Gençler iştahla yediler onlardan. Sonra Müjgan yeme işine son verdi. Büyük yengelerin ellerinden, arkadaşlarının da yanaklarından öpüp vedalaştı.

                Böylece bekarlığa da veda etti.

                Sonra herkes giyindi, hep beraber hamamdan çıktılar.

                Yollarda herkes ayrıla ayrıla evlerine dağıldı.

                Günlerden Çarşambadır. Kına gecesidir.

                Bugün Müjgan'la arkadaşlarının eğlence günüdür.

                Oğlan evi kendi evinde, kız evi kendi evinde eğlendiler.

                Akşama doğru oğlan evi, başta Güllüşah, bindallı ve üç etek giymiş, gelinlerini çalgıcılar eşliğinde kız evine yolladı.

                Misafirler büyük salona alındılar. Önde bindallılı, üç etekli  gelinler olmak üzere salonda sıra sıra yarım ay şeklinde hazırlanmış sandalyelere oturdular.

                Kayınvalideye de en ortada, rahat, minderlerle kaplanmış koltukta yer verildi.

                Bugün tefçi Nazife ve dümbelekçi Kel Dudu marifetlerini gösterdiler.

                Nazife, eski güzellerden; kasabada yaşadığı aşklarıyla meşhur. Sesi de kendi gibi şehvetli: Şeytan Sesi olsaydı insanları yasak aşka böyle bir sesle davet ederdi herhalde.

                Ona refakat eden dümbelekçi Dudu daha sessiz, daha duyarlı ve içine kapanıktı. Dua gibi sesiyle Nazife'yi hep frenlerdi sanki. Her şeyde, her yerde. Bu iki zıt insan nasıl olur da beraber çalışırdı bilinmez. Ama her kasaba düğününün müziğini bu iki sevgili insan yapardı.

                Dans etme sırası geleni, bu iş için özel olarak görevlendirilmiş bir kadın, elinden tutup, öne alır; oynayacak genç kız veya gelin önce herkesten para toplar, toplanan paraları Nazife'nin kucağına atar, tef, dümbelek eşliğinde, söylenen türkülerle dans etmeye başlar.

                Tecrübeli Nazife  bu şarkı-türkülerin sözlerini oynayana uygun seçerdi hep. Bugün de öyleydi.

                Sıra Müjgan'a geldi.

                Müjgan, üstünde kızıl saçlarının parlaklılığını iyice belirten uzun, koyuyeşil üstüne güllerin işlendiği ipekli entari içinde sülün gibi salınıp geldi oyun yerine. Bu elbise ona çok yakışmıştı. Güzel omuzları, ince beliyle bir başka çekiciydi bugün. Pencereden giren güneş ışınları koyu kızıl saçların tellerine dolaşmış çıkmaya çalışır gibi kıpır kıpırdı, mutluydu. Şarkıların en güzelini Müjgan'a çaldılar Nazife ve Dudu. Önce para topladı herkes gibi herkesten. Güllüşah, yarı kapalı gözlerle onu izliyor, için için iftihar ediyordu Müjgan'la. Koynundan çıkardığı bir tomar kağıt paradan yüklüce alıp Müjgan'a verdi. Müjgan biraz şaşkın, kendisine verilen bu değerden gururlu, götürdü attı paraları Nazife'nin kucağına. Nazife ve Kel Dudu vurdular teflerine, dümbeleklerine, Müjgan'da danslarının en güzelini oynadı o akşam. Sonunda alkışlar içinde yerine oturdu.

                Bu eğlence günün geç saatlerine kadar devam etti.

                Akşama doğru sofralar kuruldu. Bulgur pilavlı, bütün etli, irmik helvalı düğün yemekleri yenildi iştahla.

                Yemekten sonra, akşam olmuştu artık, genç kızlar gelinler mumlarını çıkardılar bellerinden, yaktılar. Mum ışığında ve müzik eşliğinde Müjgan’ın ellerine kına yakıldı. Kalan kınalar isteyene verildi. Bir müddet daha sürdü bu eğlence. Sonunda kına kokuları içinde evlerine yollandı düğün misafirleri. Yine kına kokuları içinde hülyalı uykulara verdiler kendilerini gelin adayları.

                Geç vakit Müjgan’da odasına çekildi. Bu son gecesiydi baba evinde. Gideceği yeri sevmesine, istemesine rağmen, bir burukluk vardı içinde…

                Göle bakan pencereden adalara bakarken geleceğini görmeye çalıştı. Bir bulmaca gibiydi içinde doğan sorular. Hiçbirine cevap bulamıyordu.

                Günün de verdiği yorgunlukla yatağa attı kendini.

                Uyur uyanık geçirdi geceyi.

                Günlerden Perşembeydi. Sabah erkenden heyecanla uyandı.

                Artık Şemsettin'i göreceği, onun olacağı gün gelip çatmıştı.

                Bugünün ve gecesinin uzun olacağının da bilincindeydi.

                Bugün damat evinin faal olduğu bir gündü.

                Sabahın erken saatlerinde Şemsettin ve arkadaşları yanlarına düğün çalgıcılarını da alıp hamama gittiler. Öğleye kadar hamamda yıkandılar, eğlendiler.

                Sonunda Şemsettin, Müjgan'dan gelen iç çamaşırlarını ve elbiseleri giydi. Hamamdan çıkınca arkadaşlarıyla yine hep beraber düğün evine geldiler ve günün eğlencesine kaptırdılar kendilerini.

                Sabahın erken saatlerinde uşak Halil at arabasıyla kız evine çeyiz almaya gitti. Çeyizler arabaya yerleştirildi.

                Gelin tarafının yengeleriyle birlikte arabaya yüklenen çeyizler oğlan evine getirildi ve daha önceden hazırlanan gelin odasına yerli yerince yerleştirildi.

                Rıza Efendi konağında bu odanın özel yeri vardı.

                Bu odayı Rıza Efendi yaşadığı müddetçe kendisi kullanmıştı.

                Konağın en güzel, bol ışıklı, göle bakan en büyük odasıydı.

                Dövme bakırdan koca şömine sol duvarın neredeyse yarısını kaplar. Yandığında ışık yakmaya dahi lüzum kalmaz. Bu şömineye rağmen köşeye kocaman bir soba da kurulmuştur. Odanın öbür ucundaki dar kapıdan, o zaman için lüks olan banyoya girilir.

                Bu banyo Güllüşah'ın arzusu ve emri üzerine yeni yaptırılmıştı sırf Müjgan ve Şemsettin için.

                Pencereler tavandan tabana kadar kıymetli atlas perdelerle örtülüdür. Pencerelerin her birinden bütün kasabayı ve gölü tepeden görürsünüz.

                Tavan süslü, oymalı, duvarlarda el işlemeleriyle kaplı dolaplar, oymalar, raflar var. Bu raflar dolaplar kıymetli antik gümüş tepsiler, sahanlar, kristal sürahiler, bardaklarla doludur.

                Yerlere Acem işi eski kıymetli büyük halılar serilmiştir.

                Odanın penceresiz yegane duvarına da gelin karyolası kurulmuştur. Bu karyola da yine Rıza Efendinin ömrü boyunca içinde yattığı pirinç karyoladır. Yayları elden geçirilmiş, yeni yatak serilmiş, Müjgan'ın el işleriyle süslü çarşaflarla kaplanmıştı.

                Odadaki her şey huzurlu ve sakindi, sahiplerini beklemekteydi.

                Öğleye doğru oğlan evinin yengeleri Müjgan'ı hazırlamak için kapıyı çaldılar.

                Müjgan, yıkanmış, temizlenmiş, onları odasında beklemekteydi.

                 Mutluluğun ışıltısı gözlerine vurmuş, pırıl pırıl yanakları heyecandan kıpkırmızıydı.

            "Hazır mısın Müjgan?"”

                Soru Kıymet yengedendir.

            "Evet" dedi Müjgan,  "Hazırım galiba.."”…

            Müjgan'ı giydirmeye başladılar.

                Önce iç çamaşırları... Hepsi has ipekten. Sırayla diğer giyecekler.…

                Kıymet yengenin bugünkü vazifelerinin tamamı bu değildi.

                Müjgan'ı giydirmenin yanı sıra, onu zifaf gecesine hazırlamak da kendisine düşmekteydi.

                Kıymet, hiç fark ettirmeden, hikaye gibi anlatmaya çalıştı olacakları, olabilecekleri, olması lazım gelenleri.

                Müjgan bir başka türlü oldu, kızardı bozardı.

                Sıra gelinliğe geldi. Gelinliğin kumaşı özel olarak Bursa'dan getirtilmiş ve kasabanın en ünlü terzisi tarafından dikilmişti. Zarif vücudunun bütün inceliklerini masumca ortaya çıkaran bu güzel gelinliği, çok zengin, kıymetli Brüksel Dantelinden yapılmış duvak ve taç tamamlıyordu.

                İkisi de Rıza Efendi sülalesinin kadınlarının evlendiklerinde taktıkları duvak ve taçtı.

                Onlar da yerini bulunca sıra beyaz saten ayakkabılara geldi.

                Gelin giyinmişti.

                Şimdi kendisini aynada görme zamanıydı.          

                Bu ayna özel bir aynadır. Babası kendi eliyle yapmıştı, oymalı çerçevesini, biricik kızı için. Ayna da kristaldi.

                Gelin görme gününe kadar ayna burada kalacaktı. O gün beraber Müjgan'a götüreceklerdi bu aynayı.

                Müjgan aynaya doğru yürüdü küçük adımlarla.

                Gördüğünden hem şaşkın hem memnun gülümsedi aynaya.

                Oradan buradan sıçrayan, duvağın tacın zapt edemediği kızıl saçlarını yine orasından burasından sıkıştırmaya çalıştı, muvaffak olamadı vazgeçti.

                Kıymet yenge:

            "İyice bak kendine, kendini bir daha böyle gelinlikle göremezsin belki de" dedi.

                Söyleneni yaptı Müjgan. Şöyle bir döndü aynanın önünde.

                Sağına, soluna, başına ayaklarına baktı.

            "Tamam, yeter, gitmeye hazırım artık, nihayet."”

                Müjgan'ın yakın arkadaşları odaya alındı vedalaşmak için.

                Gördükleri karşısında şaşkın:

            "Hiç bu kadar güzel gelin görmedik"dediler.

                 Arkadaşlarıyla vedalaştı tek tek. Ağlaştı arkadaşları.

                O da ağlıyormuş gibi yaptı, yalancıktan, ayıp olmasın diye.

                Sıra Saatçi'ye gelmişti. Saatçi yavaşça içeri girdi, kızına yaklaştı. Gördüğünden gözleri kamaşmıştı güzelden anlayan Saatçinin.

                 Gülümsedi kızına. Müjgan elini öptü, o da kızına sarıldı. Duvağına zarar vermemeye çalışarak. Tekrar geri çekildi, uzun uzun seyretti Müjgan'ı. Hiç kimse acele etmedi, sabırsızlık göstermedi. Yavaşça yaklaştı kızına son bir kere daha sarıldı.

                Duvağını örterken:

            "Mutlu olmak için her şeyi yapacağına söz ver" dedi.

                Başıyla tasdik etti Müjgan, konuşmadan.

            "Sağ ayakkabını çıkar. İçine koyacağımı inşallah hiç kullanmak mecburiyetinde kalmazsın."”

                Söyleneni yaptı Müjgan, ama şaşırdı. Babası para yerine kocaman bir beşibiryerde koydu ayakkabısının içine:

            "Bu da ne baba? Bu çok."”

            "Sen benim yegane evladımsın Müjgan, sana vermeyeyim de kime vereyim!.."”

            "Ben bununla nasıl yürüyeyim, elime de alamam."”

            "Ver onu bana, yarın alırsın benden."”

                Kıymet yenge elinden altını aldı, emaneten.

                Dönüp babacığına bir kere daha baktı; dayanamadı, tekrar sarıldı, bu çok, pek çok sevdiği insana öptü babasını yanaklarından boynundan...

                Saatçi de çok duyarlı anlar yaşamaktaydı. Hayattaki yegane varlığı, gidecekti bugün evden.

                Yavaşça kurtardı kendini kızından. Göstermemeye çalıştığı kocaman bir damla yaş yanaklarından yuvarlanıp, sigaradan sararmış bıyıklarında kayboldu.

                Odadan çıktı.

                Baba da gidince, yengeler Müjgan’ın koluna girip merdivenleri çıkarak sokak kapısında bekleyen Fadime Anaya yöneldiler.

                Müjgan duvağını hafifçe kaldırıp annesini kucakladı. Fadime Ananın sesi soluğu kesilmişti göz yaşlarını içine akıtmaktan.

                Yine de kızını sıkı sıkı kucaklamak gücünü buldu kendinde.

                Sarıldı kızına öptü, kokladı fark ettirmeden.

                Müjgan da daha bir iyice sarıldı annesine. Sonunda elini öpüp ayrıldı anacığından.

                Yengeleriyle birlikte kendisini bekleyen düğün alayının önüne vardı.

                Yol görülebildiği kadar sağlı sollu gelini görmeye gelenlerle doluydu.

                Müjgan iki yanında yengeler, arkasında erkek çalgıcılar ve düğün alayı, biraz ilerde yolun ortasında onları bekleyen faytona kadar yürüdü.

                Güllüşah kendi faytonunu hazırlatmıştı bugün için. Fayton temizlenmiş, pirinç kısımlar ovulup parlatılmış, koltuk kumaşları yenilenmişti ve çok zevkli bir şekilde süslenmişti bugün için.

                Kahya çift atın çektiği faytona sahip olmaya çalışmakta idi.

                Atlar bu kalabalığa alışkın değillerdi.

                Önce büyük yenge Fikret çıktı faytona, Müjgan'ın çıkmasına yardım etti. Müjgan büyük koltuğa yerleşti, karşısına da Kıymet…

                Fayton hareket etti, alkışlar arasında.

                Arkada çalgıcılar, önde fayton ve onları takip eden düğün alayı, yavaş yavaş şehri boydan boya geçip Boyalı Konağına ulaştılar.

                Şemsettin düğün alayını konak kapısının önünde beklemekteydi sağdıçlarıyla.

                Daha faytonda Müjgan'ın gözleri aradı buldu Şemsettin'in gözlerini. Şemsettin koşar adımlarla yürüdü faytona, Müjgan'a yardım etmek için.

                Gördüklerinden çok memnundu.

            "Hoş geldin Müjgan; gelinlik, gelin olmak sana çok yakışmış."”

                Müjgan'ın elini aldı, dudaklarına götürdü, öptü. İnmesine yardım ederken gözleri  tekrar karşılaştı. Müjgan beğeni, sevgi ve daha çok şeyler gördü bu gözlerde sevindi…

                Şemsettin, faytondan inen Müjgan'ı elinden ve belinden tutup kapıya doğru yürüdü. Sağdıçlar iki yana sıra olmuş alkışlayarak paralar savurdular havaya avuç avuç. Merdivenleri çıkıp salona ulaştılar. Salonda genç yaşlı düğün misafirleri ve anneler onları beklemekteydi.

                Alkışlar arasında yürüyüp gelin odasına girdiler.

                 Müjgan için için titremekteydi. Onunla ilk defa yalnız ve aynı odadaydı. Sevinmesi lazımken titremesi kendisini sinirlendirdi.

                Şemsettin onun neler hissettiğinin farkındaydı. Bir çocuk gibi Müjgan'ı yatağın üstüne oturttu. Onun da sesi hafifçe titrekti.

            "Çok, ama çok güzelsin, Müjgan..."” dedi.

                Müjgan'ın sakinleşmesini bekledi. Yavaşça kucakladı onu.

            "Korkmana da lüzum yok. İstemediğin hiçbir şey olmayacak. Beni seviyorsun değil mi?

                 O zaman korkma, bana güven."”

                Yavaşça duvağını açtı. Müjgan hala titremekteydi. Yanına oturdu, kucakladı onu tekrar, yavaş yavaş salladı çocuk gibi kollarında.

            "Korkacak bir şey yok, ben buradayım."”

                Onun sıcaklığı erkek kokusu, güven verdi, biraz yatıştırdı Müjgan'ı.

                Tekrar ayağa kalktı Şemsettin:

            "Bak, sana bir hediyem var. Umarım beğenirsin."”

                Cebinden bir kutu çıkardı, açtı, içinde çok güzel bir inci kolye vardı.

            "Bunu İstanbul'dan hususi senin için getirttim, gel takayım boynuna."”

                Geline uzandı, becerikli eller hemen buldu kulpunu. İnci kısa zamanda boynundaydı Müjgan'ın.

                Elinden tutup ayağa kaldırdı Müjgan'ı, alnından öptü. Tekrar kucaklarken hafifçe boynundan öptü.

            "Haydi çıkalım dışarı artık, misafirler bizi bekliyor. Ayrıca beni de çok heyecanlandırıyorsun."”

                Tefçi Nazife Dudu'suyla başlamıştı zaten müziğiyle onları dışarı davet etmeye.

                Çıktılar el ele. Annelere doğru yürüdüler.

                Önce Güllüşah'ın sonra Küçük Hanımın ellerini öpüp diğerlerine "merhaba hoş geldiniz"” dediler. Sonra kendileri için hazırlanmış koltuklara oturdular yan yana.

                Nikah memuru da beklemekteydi onları salondaki masada.

                Memurun sorduğu belirli sorulara "evet" cevapları verildikten sonra karı koca ilan etti onları evlendirme memuru.

                Şemsettin biraz daha oturdu, kadınlarla sohbet etti, sonra müsaade isteyip ayrıldı.

                Artık Müjgan Şemsettin'in resmen karısıydı.

                Misafirler de kurulan sofralarda düğün yemekleri yiyip evlerine dağıldılar.

                Adet üzere. Damat arkadaşlarıyla yatsı namazını kılmak için camideyken, kız evinden gelen gerdek gecesi için özel hazırlanmış baklava sinisi gelin odasına alındı. Müjgan da Güllüşah'la ve geriye kalan yakın akraba misafirlerle sohbet etti.

                Yatsı namazından sonra, Şemsettin sağdıçlarıyla dualar edilerek, tekbirler çekilerek eve getirildi.

                Arkadaşlarından yumruk yememek için koca adımlarla merdivenleri arşınladı kendisini, Müjgan'ın, Güllüşah'ın ve en yakın akrabaların beklediği salona attı.

                Güllüşah:

            "Gel, biraz soluklan. Bir kahve ister misin?" diye sordu.

            "İyi olur"  dedi Şemsettin.

                Kıymet yenge mutfağa koştu, herkese kahve yapıp ikram etti.

                Bir müddet şuradan buradan konuşup sohbet ettiler. Nihayet beklemekten, fazla düğün yemeği yemekten yorgun düşmüş olan Hasan dayı güne bir son vermeye karar verdi.

            "Eh artık geç oldu, gelin bakalım."”

                 Müjgan'ın elini Şemsettin'e verdi, onları gelin odasına kadar götürüp kapıyı açtı:

            "Haydi, hayırlı uğurlu olsun" deyip kapıyı kapattı.

                Diğerlerine de:

            "Haydi bakalım, yolcu yolunda gerek, herkes evine."”

                Güllüşah da aynı fikirdeydi. Hayatından, becerdiklerinden memnun, mutlu, o da odasına çekildi.

                İkinci defa yalnızdı Müjgan Şemsettin'le.

                Kocası sigarasını yakarken o da bir şeyler yapmış olmak için baklava tepsisine yaklaştı, elinde bir tabakla. Tabağa birkaç dilim koydu, Şemsettin'e uzattı.

                Şemsettin:

            "Sen belki bilmezsin ama, ben tatlı sevmem Müjgan, haydi sen ye onlardan; benim sevdiğim de burada."”

                Dolaplardan birinden daha önce Kıymet yengeyle gönderip saklattığı kırmızı şarap şişesiyle kristal bir bardak çıkardı.

                Müjgan tatlıyı, özellikle baklavayı çok sevmesine rağmen:

            "Öyleyse ben de yemem" dedi.

                 Ne yapacağını bilmediğinden, olduğu gibi yatağın üstüne oturdu.

                 Artık bundan sonrasının nasıl ve ne olacağını bilemezdi. İçinden:

            "Benden bu kadar" dedi.

                Şemsettin şarabını yudumlarken gömleğinin düğmelerini çözmeye başlamıştı bile.

                Yavaş yavaş Müjgan'a yaklaştı. Çok dikkatli ve duyarlıydı.

                Sanki dünyanın en normal işini yapıyormuş gibi soymaya başladı Müjgan'ı. Müjgan her dokunuşta ürktü, ne yapacağını nasıl hareket edeceğini, kendisini bu gece nelerin beklediğini bilmemekteydi.

                Sonunda kendisini kocasının ellerine bırakmaya karar verdi.

                Müjgan birdenbire çırılçıplak kaldığının farkına vardı. Bu gece için hazırlanmış, yatağın ayak ucunda serili duran geceliğine uzandı eli. Şemsettin yakaladı o eli.:

            "Bırak onu, ihtiyacın olmayacak ona bu gece" dedi.

                Şöminede kalın odun alevleri şarkılar söylerken, kendini tecrübeli ellere bıraktı Müjgan.

Her şeye hazırdı yürekten vermeye ve daha güzeli verileni almaya.

                Tanımadığı dünyalarda tanımadığı zevkler keşfetti bu eller altında. Bulutlarda uçtu, kanatlandı bilmediği derinliklerde, paylaştı kendini Şemsettin'le.

                Biri verdi, diğeri aldı, diğeri verdi, öbürü aldı.

                Alışverişlerin en doğalı, en katkısızı, en  temizi gerçekleşti bu iki vücutta, bu iki kalpte.

                Şemsettin'in her dokunuşunda kendisine verileni hiç şaşırmadan aldı, kabul etti, zevkle. Her koklayışında daha bir açılıp büyüdü Müjgan çiçekler gibi.

                Ne o Şemsettin'e doydu, ne de Şemsettin onun tecrübesiz, taze vücudunu kendisine candan verişine.

                Emeksiz aldı Şemsettin. Aşkın buyruklarına gönüllü boyun eğmiş, her aldığında derinden cevap veren Müjgan, sevişmenin sessiz derinliğine dalıp dalıp çıktı her seferinde daha temiz, daha pak.

                Şehvetin dalgalarında bir gökte, bir yerde, zamansız,  mekansız.…

                Şemsettin'in coşkusu yönlendirdi onu, yangına doğru götürdü onu, kor olup kül olana dek.

                Çetin bir ceviz kıracağını sanmıştı Şemsettin bu gece, oysa büyük bir teslimiyetle vermişti kendini ona Müjgan.

                Bu alışveriş güneş doğana kadar sürdü.

                Nihayet Şemsettin yataktan kalkıp banyoya gitti. Müjgan’da kalktı, sabahlığını giyip vücudunun sıcaklığını duya duya pencereye yaklaştı. Doğmakta olan güneşle göl kızıl ve turuncu bir renk cümbüşüne bürünmüş, nazlı nazlı dalgalanmaktaydı.

                Mutluluğunu düşündü.

                Şemsettin banyodan yanına gelip arkasından sarıldı.

            "Sıra sende, çabuk ol da biraz uyuyalım kahvaltıya kadar, yoksa Güllüşah'ı kızdırırız."”

                Müjgan çabucak duşunu aldı, çırılçıplak kocasının koynuna koştu. Ama artık Şemsettin de yorgundu, uykuyu hak etmişti. Birbirlerine sarılıp ilk beraber uykularına daldılar.

                Müjgan sabahın geç saatlerinde, küçük burnu Şemsettin'in boynuna gömülü uyandı.

                Onun gece kokan vücudunu tekrar tekrar kokladı.

                Uyandırmamaya çalışarak yana yuvarlandı, süzülüp, indi yataktan yavaşça. Geceliğini giyerken Şemsettin'in iştahlı gözleriyle karşılaştı. "Zahmet etme, nasıl olsa çıkaracaksın. Gel buraya bakalım"” dedi.

                Şemsettin en duyarlı, en şehvetli sesiyle çağırmıştı onu. Müjgan çıkarıp fırlattı geceliği, çırılçıplak koştu, daha soğumamış yatağa attı kendini, kucağına girdi kocasının, sanki bin yıllık karısıymış gibi.

                Tekrar tekrar, gözler kapalı, şevkin seyrine uydular ikisi de. Kızıl atlara binip, dolu dizgin, pembe bulutların zevk dünyasında at koşturdular.

                Müjgan şaşırttı her seferinde Şemsettin'i.

            "Hani seni tanımasam, başka şeyler düşünebilirdim. Bu nasıl kendini veriş, bu nasıl yok oluş, kayboluş, bir oluş aşkla, zevkle? Değme tecrübeli kadınlar beceremez bunu."”

                Bir şey anlamadı Müjgan söylenenlerden, daha doğrusu, onun niye böyle şaşırdığının sebebini bilmezdi, bilmek de istemezdi.

                Müjgan çok mutluydu. Şemsettin de öyleydi.

                İlk haftalar gelin davetleriyle geçti.

                Önce saatçi evi, sonra akraba ve dostlar teker teker davet ettiler yeni evlileri.

                Kalabalık zengin sofralarda gelin yemekleri yendi.

                Zaman uçar gibi gelip geçti.

                Davetler yerlerini günlük hayata bıraktı. Günler haftalar geçti. Müjgan Şemsettin’de bir değişiklik hissetti. Akşamları geç gelmeye, yemeklerini dışarıda yemeye başlamıştı. Huzursuz görünüyordu.

                Günler acı- tatlı olmaya başlamıştı Müjgan için.

                Nadir beraber yedikleri bir akşam yemeğinden sonra, Şemsettin "Haydi havluları al da göle inelim, hava çok serin değilse, belki yüzerim" dedi.

                O gece dolunaydı.

                Bahçe merdivenlerinden inip yarımadanın sağ tarafına, lodos tarafına doğru yürüdüler. İkisi de suskundu. Uçtaki kayalıklara ulaşınca, Şemsettin uzun uzun gölü seyretti. Huzursuz ve düşünceliydi, bir şeyler planlar gibi görünüyordu.

                Konuşmadan soyundu, kendini çırılçıplak sulara attı.

                Müjgan da oturdu kayalıklara.

                Göl, ay ve yıldızlarla dolmuş gibiydi, kıpır kıpır.

                Gözleriyle Şemsettin'i takip etti Müjgan. Şemsettin’in gelecekte nerede olabileceğini görmeye çalıştı.

                Şemsettin iyi bir yüzücüydü, kasabanın bütün erkekleri gibi.

                Kulaç ata ata ilerledi, bir hayli açıldı. Ay’la göl arasında sadece başını görüyordu Şemsettin'in.

            "Ya dönmezse?.."”

                Daldı gitti. Kendisi de bilirdi bu sorunun şu anla ilgisi olmadığını.

                Üşüdü derinden derinden. Kayalara bıraktığı büyük havluya uzandı, alıp sarındı belki üşümem geçer diye.

                Üşümeye devam etti.

                İçinden bir ses Şemsettin'inin yakında gideceğini söylemekteydi.

                Şemsettin'in sesiyle kendine geldi.

            "Su serinledi, çıkıyorum."”

                Şemsettin yüze yüze Müjgan'ın önüne geldi, iyice kıyıya yaklaşıp acemice kayaya tırmandı. Müjgan sarındığı havluyu Şemsettin’e uzatıp onu kurulamak istedi ama, o bunu fark etmedi, kendi kurulandı.

            "Gidelim, hava iyice serinlemiş, üşüyorum."”

                Yarımadanın ucundan eve dönerlerken, Müjgan alışkın adımlarla çekinmeden, korkmadan tüy gibi hafif atladı kayadan kayaya, Şemsettin’in önünden. Şemsettin'se dengesini korumaya çalışarak arada bir Müjgan'a tutunup yürüdü.

                Alışkın değildi o engebeli yollarda yürümeye. Hayatı boyunca da bu böyle olmuştu. Yollar engebelendiğinde, o ya yolunu değiştirmiş, ya da bu engebeleri düzleyecek birini bulmuştu.

                Sevilmeyi, sevmeye yeğlemiş, sevenleri ona daima koltuk değneği olmuşlardı.

                Eve ulaştıklarında onları evin sessizliği ve karanlığı karşıladı.

                Evdeki her şeyin yerini gözü kapalı bilen Müjgan, giriş kapısının sağ tarafındaki oymada daima yakılmaya hazır duran gaz lambasını el yordamıyla bulup yaktı, merdivenleri önden çıkıp Şemsettin'e ışık tuttu. Merdivenlerin bittiği yerin sağ tarafındaki büyük aynada kendilerini gördüler.

                Şemsettin:

            "Bu aynanın bendeki yeri ayrıdır. Çocukken çok yalnızdım. Yemek tabağımı alır gelir, hep bu aynanın karşısında yerdim, aynanın içindeki çocukla arkadaşlık ederek."”

                Yüreği sızladı Müjgan'ın çocuğun yalnızlığının acısıyla, onu bir başka sevdi bu sefer.

                 Konuşmadan geceliklerini giyip yan yana yatağa uzandılar.

                Elleri başının altında bağlı, gözleri tepede bir noktaya dikildi uzaklardaki Şemsettin'e sokulmak istedi Müjgan. Tam o sırada o da kollarını indirip yorganı üstüne çekerken, hafifçe dönüp Müjgan'ı yanağından öpüp:

            "İyi geceler" dedi.

                Sessizliğe kulak vermekte ustaydı Müjgan. İyi bilirdi sessizliğin dilini.

                Anladı artık onun uçup gideceğini.

                Müjgan da ona:

            "İyi geceler" dedi. "İyi geceler benim göçmen kuşum. Biliyorum buralarda kalıcı değilsin. Her nereye gidersen git yolun açık olsun."”

                Şemsettin çoktan uyumuştu, duymadı Müjgan'ın fısıldadıklarını. Şemsettin'in uykuda nefesini dinleye dinleye uyumaya çalıştı, Yavaşça ona sokulup, uyandırmadan kafasını koltuğunun altına soktu, hala su kokan tenine dayadı burnunu, nefes aldı onun çok sevdiği kokusunu içine çekerek.

            "Seni hep seveceğim."”

                Kahvaltıda Şemsettin üstü kapalı, yavaş yavaş İstanbul'a gitmesi gerektiğinden, işlerinden bahsedip evdeki kadınları alıştırmaya çalıştı ayrılığa.

                Güllüşah anladı korkulan zamanın yaklaştığını…

                Birkaç gün sonra o gün de gelip çattı.

                Şemsettin İstanbul'a dönecekti. Kararlıydı.

                Müjgan  yıkayıp ütülediği çamaşırları, havluları ve çorapları bavullara yerleştirdi, damatlık pijaması hariç. Çiftlikten gelen kışlık yiyecekler için de bir sepet hazırladı. Dış giysilerini de sabah erkenden kalkıp ayrı bir bavula yerleştirdi. Hazırladığı yolluklar için de küçük bir paket hazırladı.

                Tren akşama doğru kalkardı daima İstanbul'a. Uğurlamaya yakın akrabalar da geleceklerdi.

                O sabah son olarak annelerle beraber kahvaltı etti Şemsettin.

                Kahvaltı sofrası özel günlerde olduğu gibi çok zengindi. Şemsettin'in sevdiği her şey vardı.

                Bir ara Şemsettin:

            "Bizim çiftliğin tulum peyniri gibisi yok, onu özleyeceğim" dedi.

                Müjgan:

            "Merak etme, fazlaca koydum sepete, bir müddet idare eder. Bitince de gelir, yenisini götürürsün, ayrıca bizi de görmüş olursun" dedi.

                Cevap alamadı. Zaten cevap da beklememişti. Ayrıca kendi söylediğine kendi de şaşmıştı.

                Sadece Güllüşah'ın soru soran iğneli bakışlarından utandı, böyle açıkça sorular sorduğu için.      Başını öne eğdi, yaptığının bilincindeydi.

                İstasyona gitme vakti geldi çattı. Aşağıdan emektar kâhyanın sesi duyuldu. Faytonu koşmuş kapıda beklemekteydi.

                Şemsettin:

            "Çık yukarı kahya" dedi.

                Beraber eşyaları aşağıya faytona taşıdılar.

                Önce eşyaları götürdü kâhya İstasyona. Onu yolcu edecek akrabalar da gelmeye başladılar yavaş yavaş. İki defada ulaştırdı onları istasyona kâhya.

                Kara tren gelmiş hazırdı. Cof cof durmadan buhar çıkarmaktaydı. Müjgan'ın yüreğine de kara dumanlar kaplamıştı çoktan. Bu ayrılığın sonu ne olacaktı.

                Uzun uzun çaldı kara trenin düdüğünü makinist Osman. Bu ilk düdüktü. Artık Müjgan ayrılık saatinin geldiğini anladı. Önce akrabalarla vedalaştı Şemsettin. Sonra Küçük Hanımın elini öptü. Daha sonra Güllüşah'a yaklaştı. Ellerini eline aldı, önce yanaklarından sonra ellerinden öptü. Güllüşah'a sarıldı:

            "Söz ver üzülmeyeceğine, beni merak etmeyeceğine" dedi.

                Tekrar öptü onu, yavaşça uzaklaşmaya çalışırken.

                Güllüşah birden ona sarıldı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

                Oradakiler ilk defa Güllüşah'ı böyle gördüler.

                Koca Güllüşah ağlamaktaydı. İnsanlara göstermek istemezcesine, kurtardı kendini kendinden adeta, Şemsettin'i serbest bıraktı. Faytona doğru yürümeye başladı. Şemsettin arkasından koşup, onu yatıştırmak istedi ama Güllüşah hafifçe itti onu.

            "Çok geç kalma evlat" dedi duyulur duyulmaz.

                Koşar gibi faytona vardı, çıktı yerine oturdu.

                Sıra, yan tarafta bekleyen Müjgan'daydı artık. Sapsarı yüzü ürküttü Şemsettin'i.

            "Daha ben gitmeden üzülüyorsun. Nasıl olacak bu iş?"

            Kucakladı Müjgan'ı hafifçe. Yavaş yavaş sırtını okşadı. Yüzünü avuçlarına alıp yavaşça öptü dudaklarından.

            "Kendine iyi bak. Hiçbir şeye üzülme. Sana hemen dönerim diyemiyorum. Çünkü ben daima plansız yaşar. Dolayısıyla ne zaman ne yapıp nereye gideceğimi bilmem. O an canım ne isterse onu yapar, onu yaşarım. Dolaysıyla ben de bilmiyorum ne zaman döneceğimi, dönebileceğimi, hoşça kal."”

                Dönüp hızla trene atladı. Kompartımanına varınca da pencereyi açıp kendisini uğurlayanlara el sallamak istedi ama dışarıda Müjgan'dan başka kimse kalmamıştı. Herkes rahat vedalaşsınlar diye onları yalnız bırakmak inceliğini göstermişti.

                Çok geçmeden kara tren tekrar öttü, kara kara. Ve tren kaymaya başladı rayların üstünde yavaş yavaş, derken hızlandı. Müjgan baka kaldı arkasından, söylemek istediklerinin birini bile söyleyemeden.

                Tren bir yılan gibi kaya kaya gölü takip etti, bir ucu gözden kaybolurken, diğer ucu İngiliz köprüsünde belirdi.

                Belki bir kere daha görürüm diye gözleriyle Şemsettin'i aradı Müjgan. Uzaklaşan tren de görünmez olmuştu. Müjgan etrafına bakındı, herkes faytona binmiş. Kimse ona:

            "Haydi gel artık" demeye cesaret edemedi, beklediler onu sessizce, acısına saygıyla.

                Bir kere daha baktı trenin kaybolduğu noktaya. Sonra hızlı adımlarla yürüyüp Güllüşah'ın yanına oturdu.                

                Fayton hareket etti.

                İkisinin elleri birbirini buldu oturdukları yerde, birbirlerini teselli edercesine. Başını Güllüşah'ın yumuşak omzuna koydu. Gözyaşlarını tutmaya zorlamadı, sessiz sessiz akıttılar. Herkes suskun, eve vardılar. Akşamın erken saatleriydi. Anneler odalarına çekildiler.

                Müjgan yalnız kalınca, neyi nereden başlayacağını, hayatını Şemsettin'siz nasıl tanzim edeceğini bilemedi. Kendini ev işleri yaparken buldu. Geç vakit küçük hanım:

            "Temiz yerleri temizlediğinin farkında mısın? Bırak bu işleri Dudu yapsın, onun vazifesi bu, ayrıca bu ayrılığa ne kadar çabuk alışırsan o kadar çabuk rahat edersin."”

                Bunları duyan Güllüşah, duyduğundan pek memnun olmadığını göstermek için zikrini yüksek sesle çekmeye başladı. Bu ikazdan anlayan Küçük hanım hemen deliğine çekildi, sesini çıkarmadı.

                Müjgan da cevap vermedi.

                Bir müddet sonra:

            "Yemek ister misiniz?" diye sordu annelere.

                Tesbihini bitirmiş olan Güllüşah:

            "Ufak tefek bir şeyler yesek iyi olur" dedi.

                Müjgan bir müddet sonra anneleri sofraya çağırdı.

                Suskun suskun oturdular sofraya. Kimsenin eli çatala kaşığa varmadı.

            "Yiyelim, hayat devam ediyor" dedi Güllüşah…

                Herkes az buçuk bir şeyler yedi. Yemekten kalkarken Güllüşah:

            "Bundan böyle yemekleri mutfakta yiyelim, daha rahat ederiz" dedi.

                Suskunlukla tasdik ettiler hepsi  bu fikri.

                Geç vakit herkes odalarına çekildi.

                Müjgan ilk defa yataklarında yalnızdı.

                Birden bire aralarındaki mesafenin ne kadar olduğunu bilmek istedi.

                Hatırlamaya çalıştı. "Galiba sekiz yüz kilometre demişti Şemsettin. Şemsettin'le benim aramda sekiz yüz kilometre var, oysa benimle Şemsettin arasındaki uzaklık bir kıl payı kadar bile değil."”

                Düşüne düşüne uyuyakaldı.

                Şemsettin gideli aylar olmuş, kara kış gelip geçmiş, yaz da güze eğilmeye yüz tutmuştu.

                Bağ göçü zamanı gelmişti kasabaya.

                Eylül ayının ortalarında kasaba halkı üzüm bağlarına göç eder. Ekim ortasına kadar kalırlar orada.

                 Kış hazırlıklarının tamamı burada yapılır. Kıymalar, kavurmalar kalaylı bakır tencerelere dondurulur, makarna erişte kesilir, tarhana, nişasta yapılır, peynir, balık kurulur, meyve sebze kurutulur, sucuk pastırma yapılır ve en güzeli pekmez kaynatılır. Pekmez kaynatma günü neşenin, şenliğin doruğa vardığı gündür. Bağa göçmeyenler, bağı olmayanlar, özel bugün için tanıdıklarının bağlarına gelir misafirliğe.

                 Herkes lazım olacak eşyalarını, yatağını yorganını, tasını tenceresini bir atlı arabaya yükler, sabahın erken saatlerinde yola koyulurlar.

                İşte Müjgan da iki kayınvalidesiyle göç edenlerdendi bu sene.

                Onun annelerle ilk bağ göçüydü. Onlar da lüzum olabilecek eksikleri hazırladılar akşamdan.

                Gün doğmadan seyisin hazırlayıp getirdiği at arabası kapıya dayandı. Güllüşah da kasaba halkı gibi at arabasıyla göç etti bağlara, faytonunu şehirde bıraktı.

                Eşyalar arabaya yüklendi, Güllüşah kapıya indi. Kendi kullanacaktı her zamanki gibi arabayı.

                Güllüşah’ın en çok severek yaptığı şeylerden biriydi bu.

                İki atın koşulduğu arabaya ilk binen Güllüşah oldu. Kendinden, umulmayacak bir çeviklikle atladı arabaya… Seyisin elinden koşumları alıp atları sakinleştirirken diğerlerinin arabaya binmesini bekledi. Sırayla Küçük Hanım ve kızı, Müjgan, Ümmü kalfa yer aldılar boş buldukları yerlerde.

                Çocuk gibi sevinçliydi ve de sabırsızdı Güllüşah.

                “Haydi, herkes köprü başına vardı oldu, biz hala yola çıkamadık, davranın.”

                Kendi de bilirdi bunun doğru olmadığını.

                Nihayet atlara bir “deh” çekti. Atlar dört nala, bildikleri yolu almaya başladılar.

                Yine bir eli arka belinde, bir elinde kayış, ilk sigarasını yakmaya çalıştı. Atları idare ettiği eliyle hem arabayı sürdü, hem sigarasını içti.

                Bazen eski bir şarkı mırıldandığı dahi duyuldu. Sonunda da:

                “Artık benden güzel sesler çıkmıyor, paslanıyorum yavaş yavaş” dedi.

                Köprü başında diğer göç edenlere kavuştular. Artık dörtnala değil de, yavaş bir ahenk içinde sürdü atları.

                Güllüşah herkesi selamladı, hatırlarını sordu, şakalaştı gençlerle gür sesiyle, herkese güzel bir şeyler söyledi, memnun etti göç edenleri.

                Yola devam edildi.

                Arabaların, yüklerin üstünde oturan gençler şarkılar söylediler.

                At arabalarının tekerlerinden çıkan sesler orkestrasıdır onların, martılar da eşlik ederler bu tabii senfoniye; taa kale ucuna kadar yayılır, duyulur bu konser. Gidemeyen, katılamayanları biraz daha kıskandırır, biraz daha üzer, hüzünlendirir…

Kuşluk vakti bağlar girişine ulaşıldı.

                Köprü başına varınca herkes yavaş yavaş kelifine doğrultur atlarını sağlı sollu.

                Rıza Efendi kelifi Pınar Pazarı’na varmadan, sol taraftaki dönemeci kaplar boylu boyunca.

                Bağ kapısı bir atlı araba girebilecek kadar geniştir. Kapıya ulaştıklarında, Müjgan arabadan atlayıp iki kanatlı koca kapıyı açtı. Güllüşah da, yavaşça hiçbir yere dokunup yıkmadan geçirdi atları kapıdan, sol tarafta her zaman at arabasını bıraktığı yerde durdurdu onları. Önceden arabadan inen Müjgan, herkesin inmesine yardım etti teker teker. Her biri eline getirilen eşyalardan birkaçını alıp kelife doğru yürümeye başladılar.

Kelife ulaşmak için, kuyuya kadar olan yeri kat etmek lazımdır, ancak o zaman kelifin ön cephesi görülebilir.

                Kelif iki katlı ve ahşap ve taştan yapılmadır. Aşağıda sol tarafta, kuyunun karşısında suluk vardır, üzümlerin çiğnenip pekmeze hazırlandığı. Yine alt katta ortada mutfak ve yemek odası, sağ tarafta büyük oturma odası, sol tarafta ağanın odası bulunur.

                Orası şimdi Müjgan’a verilmiş. Güllüşah da sağdaki büyük odayı kullanacaktı, yukarı çıkamadığını bahane edip, yukarda da Küçük hanım, kızı ve Ümmü kalfanın kalabileceği odalar ve yine bir misafir odası.

                Büyük kapıdan girip kelife dönünce ilk göze çarpan bütün anaların kabusu büyük ve derin kuyudur. Çoluğu çocuğuyla bağa misafirliğe gelen analar, bu kuyuda çocuklarını kaybedecekler diye ödleri patlar.

                Koca üzüm bağına girilen alanın karşısı, gılivat denilen, yükseğe asılmış asmalarla kaplıdır. Yazın serin serin altında oturulan bu kısımdan, doğrudan doğruya kelifin içine girilir. Akşam sohbetleri, davet yemekleri bu glivatın altında olurdu eskiden. Kelife sırtını vermiş bir sedir, yere atılmış hasırlar üstündeki halılara serilmiş, rahat minderler, her geleni serin bir molaya davet eder.

                Kelifin karşısı boydan boya ve dağın dibine kadar sekiz on dönüm türlü türlü üzümlerin yetiştiği üzüm bağıdır. Ama bu mevsimde kelif ısırganlara boğulmuştur; göçle gelenleri beklemekten yorulmuş hazin bir hali vardır.

                Isırganlar sanki pencerelerden içeri bakmaya çalışıp “Hala kimse yok mu?” diyerek gelenleri beklemekten yorulmuş, boyunları bükülmüş gibidirler.

                Keliften içeri girince de boşluğun kokusu çarpar burnunuza. Daha sonra yaz mevsiminin üzümlü erikli, kuyu çiçekli kokusu dolacaktır bu odaları.

                Ah, ay ışığından gençlerin kahkahalarıyla yarışan gıncırdak sesinden, börek, pekmez, kıyma, kavurma kokusundan, danteller örülen öğle sonralarından; ıslak toprak kokan havadan; çıtılgalardan yakılan ateşlerden, yatarken yıldızları seyrettiğimiz gecelerden bir unutulmazlık yaşanır orda.

                Zaman sinmiş çekmeceler içinde bir çok hatıralar, her odada. Her açılan çekmecenin kokusu, uyandırdığı tat ayrı ayrı…

                Kimin de Vesile Hatun’un yaralarının barutlu kokusu; kiminde ayva çiçeğinin sevdası; kiminde de Sivri Dağında geri bırakılan ayak izleri; kiminde çakıllı yollarda koşarken kanamış dizler veya uzaklarda bile buluşamayan düşler, tutunduğunuzda kıla dönüşen halatlar, anılar, anılar.

                Şayet bu kelifi tanıyorsanız, içinde yaşanan ve yaşanamayanlar, ilk girdiğinizde, hepsi birden kendiliğinden çıkarıverirler ortaya çekmecelerden. Her yeri, her şeyi çiğneyerek dolu dizgin koşmaya başlayan bir küheylan olup çıkarlar, seni senden alıp götürürler uzaklara, kaçırırlar gerilere.

                Hep yüreklerinin tam ortasından fırlarlar bu küheylanlar, Rıza Efendi kadınlarının taa diplerinden.

                Yılların yorgunluğundan çıkan bu kokular kadınların yüreklerinin kanıdır esasında.

                Konuşulan dillerin en kolayı olan sevgi bile kurtaramamıştır onları.

                Anıların tümü birleşip söz ederler geçmişin sırlarından, ulu orta.

                Yetişemezsin, dur diyemezsin onlara.

                Sonunda da yalnız bırakılmakla ödüllendirilirsin alır başlarını giderler.

Bu düşünceler içinde hoyratça açtı kelif kapısını Güllüşah, girdi içeri, kendini hatıralardan korumak, kurtarmak istercesine.

                Küçük Hanım arkasında bekledi, ne düşünüp ne istediğini keşfetmeye çalıştı. Müjgan’sa bağa dalmıştı çoktan. Geceyle yıkanmış, suları damlayan gergin baldırlı beyaz üzümler toplanıp yenilmeyi beklemekteydi kahvaltıdan önce.

                Müjgan çok sevdi sabahın erken saatlerinde buz gibi terli terli üzümleri yemeyi, daha günün güneşin eli değmeden.

                Asmalardan üzümleri koparır, asma yapraklarından tabak yapıp onları Güllüşah’a götürdü. Güllüşah soyunup dökünmüş, kendini hatıralardan kurtarmış, tekrar yaşadığı dünyaya dönmüş çardak altında onu beklemekteydi. Güllüşah da severdi buz gibi üzümleri. Ayak üstü herkes biraz yedi üzümlerden.

                Sıra eşyaları taşımaya geldi. Gılivatın altındaki tahta kerevete minderler yerleştirildi hemen, Güllüşah istirahat etsin diye. Ama Güllüşah hemen istirahata geçmedi.

                Bağdayken de Rıza Efendi’den edindiği alışkanlığı sürdürdü. Bağ ardına gidip çalı çırpı topladı, mutfaktaki ocağı tutuşturdu, ateşte kahvesini kavurdu, öğüttü, çalı çırpı kor olmaya yüz tutunca da koca cezveyi ateşe sürdü. Kokusunun yoğunluğundan kahvenin ne zaman hazır olduğunu anladı diğerleri, toplandılar yavaş yavaş Güllüşah’ın etrafına. Herkese verdi bu kahveden Güllüşah.

                Sonra istirahata, daha doğrusu düşünmeye, düş kurmaya çekildi. Diğerleri de işlerine döndüler.

                Akşama doğru her şey tertemiz ve yerli yerindeydi.

                Müjgan tatlı bir yorgunlukla minderlerden birine bıraktı kendini.

                Şöyle etrafa tekrar bir göz attı.

                İlerdeki kuyuya gitti gözü. Kuyunun etrafı sarılı morlu su zambaklarıyla kaplıydı, onları sevdi Müjgan, üstlerine basmadan çekmeye çalışırdı kuyudan suyu her seferinde.

                Bir müddet  kaldı oturduğu yerde.

                Kuyunun arka, sol boşluğundaki koca gıncırdağa takıldı gözü. Alıp götürdü gıncırdak onu çok geçmişlere:

                “Hayır” dedi, “bugün, şimdi sırası değil gerilere gitmenin, başka bir gün.”

                Kendini zorladı hatıraların dişlilerinden kurtulmak için.

                Akşam yemeği geldi aklına. Başlamadan önce elini yüzünü soğuk suyla yıkama ihtiyacı duydu. Kalktı, kovayı kuyuya saldı; önce ellerini, sonra yüzünü yıkadı uzun uzun buz gibi kuyu suyuyla. Sonra da içti kana kana.

                Gıncırdağa bir daha bakmadı, kendisini belki tılsımından kurtaramaz diye.

                Ta gerideki yaşlı ceviz kendisini kurulmamış salıncağıyla selamladı, onu da görmemezlikten geldi Müjgan…

                Hemen mutfağa girip akşam yemeği hazırlıklarını planladı. Saçları yine dağınıktı. Sıkıca arkada toplamaya çalıştı. Bu asi saçlar bazen onu çok kızdırırdı.

                Ocaktaki ateşi tazeledi. Ümmü kalfaya baktı, göremedi. Hava serinlemişti. Sıcak bir çorba iyi gelir hepimize diye düşündü. Tarhana çorbası yapmaya karar verdi, yanına da salata.

                Yemek kokusunda fazla seçici olan Güllüşah, tarhanaya hiç hayır demezdi. Çorba suyunu ocağa koyduktan sonra, koca giriş kapısının solundaki, eskiden halayıkların yatıp kalktığı eski kelifin önündeki bahçeden biber, domates, taze soğan, maydanoz toplamaya gitti. Domatesler, biberler koparılır koparılmaz türüm türüm kokarlar. Kelife dönüp mutfakta güzel bir salata hazırladı. Tencerede kaynayan suya tarhanayı saldı, pişince salça ve naneyle kavrulmuş tere yağını boca etti çorbaya.

                Kokuyu alan mutfağa üşüştü.

                Yemekten sonra herkes odalarına dağıldı.

                Müjgan hala hatıralara direnmekteydi. Geceliğini giyip dişlerini fırçaladı, yatağa uzandı.

                Kendini uyumaya zorladı.

                Gıncırdak geldi uyandırdı.

                Ceviz ağacına kurulmuş salıncak bir şeyler fısıldadı kulağına.

                Suluk en güzel şıralarından ikram etti Müjgan’a.

                Çiçek açmış ayva ağacı Şemsettin’i getirdi beraberinde.

                “Hayır” dedi Müjgan. “Gidin uyumak istiyorum bu gece, bırakın yakamı.”

                Yorgundu Müjgan. Bağlarda geceler serindir, yalnızdır…

                Sarıldı bir başka yün yorganına, uyuya kaldı.

                Ertesi sabah Güllüşah’ın kahve kokusuyla uyandılar. Çok severdi Müjgan kahve kokusuyla uyandırılmayı. Sabahlığıyla odadan çıktı, mutfağa geldi. Çay suyunu da koymuştu Güllüşah. Büzülüp oturdu, ocak başındaki mindere.

                Güllüşah Müjgan’ın pek iyi uyumadığının farkındaydı. Sessizce taze kahveden bir fincan doldurup Müjgan’a uzattı. Müjgan yavaş yavaş yudumladı kahvesini. Kendisini her zamanki gibi ana kucağında hissetti Güllüşah’ın yanında.

                “Bu sene kış hazırlıklarını fazla uzatmaya lüzum yok. Kaç kişi kaldık ki zaten. Sen de yorulmamış olursun.”

                Müjgan’a hiç kıyamazdı Güllüşah.

                “Olur” der Müjgan.

                Ama hangisinden feragat edebilirdi ki? Bulgurdan mı, kıyma kavurmadan mı yoksa bağ bozumu pekmez pestil yapmaktan mı? Sesini çıkarmadı yine de, zamanı gelince görürüz diye düşündü. Ama bağ bozumsuz olmaz. Onun en çok sevdiği uğraştı bağ bozumu bağlarda.

  İnsanlara olan sevgisinden mi yoksa tek çocuk oluşundan mı, kalabalıkla hep beraber iş yapmak, ortaklaşa bir şeyler üretmek eğiliminden mi neden, severdi bu güzel uğraşıyı,

                Bağ bozumu:

                Herkesin bağını herkes bozar, yani hep beraber üzümler toplanır, pekmez kaynatılır, beraber yenilir içilir eğlenilir.

                Hep beraber, herkesin bağında, teker teker üzümler incelenir, hangi bağın üzümleri tavındaysa önce o bağ bozulur, üzümler suluklara atılır, ayağını yıkayan çoluk çocuk, genç yaşlı, isteyen girer suluğa üzüm çiğnemeye.

                Üzümlerden alınan şıralar pekmez kazanlarına doldurulur, kazanların altına kuvvetli bir ateş yakılır, üzüm suyu kaynayıp pekmez haline gelinceye kadar kaynatılır.

                Kaynayan pekmezden çıkan köpükler tabaklara alınır, ayva yapraklarıyla yenir.

                Kaç kişinin midesi, bağırsakları bozulmuştur, bu çok sevilen pekmez köpüğünü oburca yemekten.

                Akşama doğru pekmez kıvamını bulur, dinlenmeye bırakılır. Hep beraber akşam yemeği  yenilir içilir. Yemekten sonra, ay ışığı varsa ay ışığında, yoksa lüks ışığında oyunlar, saklambaçlar oynanır, gıncırdaklara binilir, ulu ceviz ağıcına kurulan salıncakta sallanılır.

                Bütün bu eğlenceler içinde en çok sevdiği bu gıncırdağa binmektir Müjgan’ın. Daha doğrusu binen çiftleri seyretmektir. Bu bağın gıncırdağına başka hiçbir gıncırdak benzemez. Yere çakılmış çok kalın ve sağlam bir kütüğün ucu huni gibi sivriltilmiştir. Üstüne, yere paralel, üç dört metre kadar uzunlukta tek parça kalın ve yuvarlak, iyi kaygan olmayan bir direk oturtulmuştur. Bu direğin tam ortasında toprağa dikili sağlam bir kalın kazığın sonunun girebileceği kadar yumruk derinliğinde bir oyuk vardır. Birbiri üzerine oturtulurken aralarına kömür konur. İşte biri bir uçta diğeri öbür uçta gençler havlarda savrulurken, bu oyuktan değişik bir müzik çıkar bu kömürler sayesinde. Bir kız havada bir erkek, inerler çıkarlar aşağı yukarı bu müzikle, ilk beraber uçuşlarının zevkine varırlar. Hele o ulu ceviz ağacına kurulan salıncak…

                Ne sevdalara, ne mutluluklara, ne ayrılıklara şahit olmuştur, dili olsa da söylese.

                Güzel şeylerin temeli atılır, komşuluklar derinleştirilir, insanlar bir bütün olmanın zevkini tadarlar.

                Bağlarda öyle sonraları da çok zevklidir. Öğleye kadar işini gücünü bitiren genç kızlar, gelinler öğleden sonraları birbirlerini ziyaret ederler. Çeyizleri için ördükleri el işlerini de alırlar beraberlerinde.

                Dantellerini yaparken hayallerinden, arzularından bahsederler, sırlarını paylaşıp hafiflerler biraz, bu huzur dolu öğle sonlarında.

                Bazen kahve fallarına bakılır, istikballe ilgili ahkamlar kesilir.

                Bağ zamanının sonlarına doğru sıra kıymalara, kavurmalara gelir.

                Son bir kere daha türkü olur çıkar bağ yerleri.

                Pınar pazarında kesilen kuzulardan getirme etler, karaağaç kütükleri üzerinde satırlarla kıyılır, kıyma olurlar. Bir kelif başlar satırı vurmaya:

                Tak;

                Diğerleri, tak tak

                Öbürü; takidi tak

                Bir diğeri; tak tak tak, takidi tak. Devam eder gider tak tak…

                En önce bitiren haber verir:

                Tak. Tak.

                Topak yapar kıymayı.

                Tak… Tak…Bir kere daha.

                Onu diğerleri takip eder.

                Tak...Tak...

                Bir diğeri takip eder tak…tak…

                Yavaş yavaş satırların nefesi kesilir.

                Tak. Ta..

                Kıymalar kıyılıp bitene kadar sürer bu cümbüş.

                Onu da mis gibi kıyma kavurma kokuları takip eder. Kavrulan kıyma kavurmalar da kalaylı bakır kaplara doldurulup serin yerlerde saklanmak üzere kasabaya götürülür.

                Farkına varmadan bağbozumu gelir geçer.          Artık, Ekimin on beşi gelmiştir. Yavaş yavaş kasabaya dönüş başlar.

                Bağ zamanı ve koca kış gelir geçer.

                Bu zaman zarfında Şemsettin iki mektup yazmış, her mektupta da “Müjgan’a da selamlar” yollamıştır.

                Bir kere de iki günlüğüne yaz yağmuru gibi gelip gitmiştir, ayvaların çiçek açtığı mevsimde.

                Güllüşah’dan bu sefer de birkaç altın almış, onları İstanbul’daki işleri için ihtiyacı olduğuna inandırmıştır onu.

                Müjgan’a her zamanki gibi kibar ve sevecen davranmış, gecelerin de hakkını vermiştir.

                Rıza Efendi altınlarının Vesile’den kalma mücevherlerin İstanbul’a taşınmasının bir başlangıcıdır bu.

                Hiç öğrenemeyecektir Güllüşah, bu altınların, mücevnerlerin nereye gittiğini; bu kendisinin şımarttığı çocuğun bunlarla neler yaptığını.

                Zaten Güllüşah ona hiç hayır diyemez, kocasına benzeyen bu uzun boylu, yandan ayırıp hafifçe arkaya taranmış açık kumral saçların çerçevelediği güzel yüzlü, doğurmadığı oğluna.

                Onun duruşuyla, yürüyüşüyle, ben sizlerden değilim gibi dudağının ucunda hiç eksilmeyen anlamlı tebessümüyle, hal ve tavırlarının inceliğiyle iftihar eder hep Güllüşah onun için her şeyi yapmaya hazırdır da.

                Bir gün ona:

                “Sen ağa oğlundan çok, tam bir İstanbul efendisisin” demiştir.

                Şemsettin de:

                “Haklısın anam, haklısın, ben İstanbul’luyum” diye cevap vermiştir.  

 Yine günler haftalar geldi geçti.

                Bir sabah Güllüşah, Müjgan’ın gözlerindeki ışığın değiştiğini fark etti. Birkaç gün izledi onu, emin olmak için, eski kurt.

                Yine bir sabah kahvaltı sırasında:

                “Sen hamilesin Müjgan” dedi.

                Müjgün önce duyamadı, duydun mu Müjgan ne dediğimi? “Hamilesin sen.”

                Sonra farkına vardı, kelimenin yıldırım gibi deldi geçti beyninin, kalbini bu kelime.

                Sevinç şimşekleri çaktı gözlerinde.

                Güllüşah’ın koynunda buldu kendini birden bire.

                Kendine çekti, yüreğine katarcasına sıktı Müjgan’ı Güllüşah.

                Yine mutlu etmişti Müjgan onu.

                Kendisinin veremediğini Müjgan verecekti, Şemsettin verecekti. Müjgan’ı öptü yüzünün her tarafından.

                Güllüşah’ı hiç böyle çocuk gibi sevinçli görmemişti. Onun sevincine de sevindi Müjgan.

                Gür sesiyle seslendi Güllüşah.

                “Küçük Hanım, çabuk buraya gel.”

                Küçük Hanım anında odadaydı.

                “Rıza Efendi geliyor, müjde, Rıza Efendi geliyor…”

                Küçük Hanım şaşkın şaşkın:

                “Nasıl olur, nasıl gelir kocamız Güllüşah?”

                “Müjgan hamile, oğlan doğuracak ve Rıza gelecek.”

                O zaman anladı Küçük Hanım.

                O da çok sevinmişti kendi oğlunun, Rıza Efendi’den olan tek çocuğunun baba olacağına.

                “Maşallah, maşallah, hayırlı uğurlu olsun” dedi duyulur duyulmaz.

                Genelde Güllüşah hiç takmazdı Küçük Hanım’ın ne deyip demediğini ama bu sefer cevap verdi:

                “İnşallah, inşallah hayırlısıyla sağ salim dünyaya gelsin.”

                Müjgan’a dönüp:

                “Müjgan, artık iş yapıp helak olmak yok. Bundan böyle her işten elini ayağını çekecek, sadece kendine ve doğacak bebeğine vereceksin gücünü, dikkatini. Ümmü kalfayla Hatçe’yi çağırın bana.”

                “Oh” dedi Müjgan. Hemen yalnız kalmak olanları düşünmek istedi. Yaşlı kalfalara haber verdikten sonra odasına, koştu. Sağ taraftaki gömme dolapta duran, beyaz satenden, pullarla işli gelin bohçasını çıkardı, yatağın üstüne koydu. İçinde kendi gelinlik geceliği, Şemsettin’in damatlık pijaması arasında da gelinlik fotoğrafları vardı. Evlendiklerinin ertesi günü çektirilmişti bu fotoğraflar… Fotoğrafı açık bir yere koymak, arada sırada bakmak yakışık almazdı.

                Bu fotoğraflar için ikisi de tekrar giyinmişlerdi gelinliklerini, damatlıklarını. Müjgan ve Şemsettin yan yanaydılar fotoğrafta. Müjgan eline aldı fotoğrafı, yatağa oturdu. Uzun uzun baktı özlemle, hasretle fotoğrafa, kalbine, karnına bastırdı onu, haberi vermek istercesine…

                “Şemsettin, senin ve benim çocuğum, ikimizin çocuğu geliyor” dedi.

                Henüz kabarmamış karnını yavaş yavaş okşadı.

                “Artık yalnız değilim…”

                Mutluydu, büyük sevinçler içindeydi, bir kuş gibi hafifti.

                Uzanıp yattı yatağında. Planlar yapmaya başladı.

                “Yarın alışverişe çıkayım” dedi.

                Yünler alacaktı patikler için, kumaşlar alacaktı kundaklar için…

                Huzurlu bir sabırsızlık içindeydi.

                Güz geçmiş, havalar iyiden iyiye soğumuştu.

                Evli halayıklarda geldiler, hep beraber konağı kışa hazır hale getirdiler. Badanalar yapıldı, perdeler yıkandı, halılar silindi, sobalar kuruldu.

                Artık ev de kışa ve doğuma hazırdı.

                Uzun kış geceleri başlamıştı. Müjgan bu geceleri ya odasında ya da annelerle büyük rahat mutfakta bebeğine hazırlıklar yapmakla geçirirdi. Her şeyi büyük bir özen ve titizlikle, zevkle yaptı.

                Bebeğin adı daha doğmadan konmuştu:

                Rıza…

                Hamilelikte daha bir güzelleşmişti. Burnunun üstünde başlayıp şakaklarına kadar yayılan çilleri biraz daha koyulaşmıştı.

                İsyankar saçları da iyice uzamıştı.

                “Hamilelikte saç kesilmez” dedi Güllüşah. Onları zapt edebilmek için kalın iki örgü halinde yüzünün iki yanında topladı Müjgan:

                Ayrılığın verdiği üzüntüden de eser kalmamıştı.

                Şimdi tek düşüncesi, tek arzusu yavrusunu, Şemsettin’in çocuğunu sağ salim dünyaya getirmekti.

                Bir akşam yemeğinden sonra Güllüşah:

                “Şemsettin’e haber verme zamanı geldi. Çocuğu olacağına o da sevinecektir. Tehlikeli zaman geçti, bebeğin de ne zaman geleceğini ebe söyledi; takriben mayıs başıymış. Vakitlice yazalım da işlerini ayarlayıp doğumda burada bulunsun” dedi.

                Mektubu yazdı Müjgan yarım yamalak, Güllüşah’ın ağzından.

                Altına da ilave etti:

                “Sana benden de yazmak isterdim ama kalem yetmez.”

                Cevap da çabuk geldi. Telgraftı…

                “Çok mutluyum. Doğumdan önce orada olacağım. Ellerinizden öperim. Müjgan’a selam. Oğlun Şemsettin.”

                Sanki Şemsettin yanında gibiydi mutluydu Müjgan.

                Karnı hafif büyümüş, iyice bir kadınlık havası gelmişti Müjgan’a.

                Haftalar aylar çabuk gelip geçti ve bahar kendini gösterdi.

                Doğumu beklemeye başladılar.

 Müjgan hem doğumu, hem Şemsettin’i beklemekteydi ama bu sefer acelesi yoktu.

                Her şey zamanı gelince olacaktı.

                Bir gece sabaha karşı kapının çalındığını duyunca bildi kimin geldiğini. Anneler de, halayıklar da duydular. Herkes kuş uykusundaydı, her an doğumu bekledikleri için.

                Kimse kapıyı açmaya kalkmadı. Müjgan’a bıraktılar bu işi, kimin geldiğini bildikleri için.

                Üstüne bir atkı alıp, lamba elinde merdivenlere koştu. Kocaman karnıyla inebildiği kadar hızla inip koca kapının kalın sürgüsünü çekti.

                Şemsettin karşısındaydı. Gördüğünden biraz şaşkın, biraz memnun, gülerek Müjgan’a baktı. Müjgan elde olmaksızın ellerini karnına götürdü, kapatmak, korumak veya belki de göstermek ister gibi.

                Onun bu haline kahkahalarla güldü Şemsettin.

                “Çek elini karnından, bırak göreyim şu haşmetli halini.”

                Müjgan’ı seyretti. Omuzlarından tuttu, yavaşça çevirdi onu, her tarafını görmek istercesine. Müjgan, Şemsettin’in  kendisine gösterdiği ilgiden memnun, yaslandı ona. Şemsettin onu dudaklarından öptü sıcacık, yumuşak sert, pespembe, öpülmeyi özlemiş dudaklarından.

                Koluna girdi. Yavaş yavaş beraberce merdivenleri çıktılar.

                Kulağına:

                “Hamilelik sana inanılmaz yakışmış, yaramış. Nasıl oluyor da sen hayatının her yeni başlangıcında bir başka güzel, bir daha güzel olmayı beceriyorsun. Her gelişimde bıraktığımdan daha güzel buluyorum seni.”

                Cevap beklemedi, alamayacağını bildiği için.

                Merdivenleri bitirip koridora geldiklerinde Güllüşah belirdi kapısının önünde. Şemsettin anasının önce ellerinden öptü, sonra kucakladı candan. İkisinin de gözleri cıvıl cıvıldı sevinçten.

                “Babası gibi” dedi Güllüşah kendi kendine, “babasının gözleri de böyleydi Küçük Hanım’ın hamile olduğunu duyduğunda.

                Boyalı çiftliğinin yanıp yok olmasına rağmen, yenildi içildi ağanın evinde. Güllüşah yine geçmişine daldı. Ne acılar çekmiştim, yapayalnız odamda kendi başıma. Bütün vücudum sızlardı sanki, çok ıstırap çektim o sıralar. O zaman anladım zavallı Vesile Hatun’a yaptığımı, yaptığımızı. O nazik, kibar kadın, dayanamadı da olanlara, göçtü gitti bu dünyadan. Sonra da ben aldım nasibimi ikinci plana düşmeden.”

                “Nerelerdesin yine anne? Yine daldın uzaklara halbuki ben buradayım” dedi Şemsettin.

                Güllüşah irkildi, kendine geldi.

                “Rıza gelecek bu sefer, bunu adım gibi biliyorum.”

                Şemsettin duyduğundan memnun;

                “İnşallah, sen öyle diyorsan öyle olur.”

                Küçük Hanım göründü öbür kapıdan. Onu da kucakladı Şemsettin, elini öptü.

                Müjgan’ı elinden tuttu, hep beraber mutfağa yürüdüler.

                Müjgan kocasına, bir sade kahve isteyip istemediğini sordu.

                “Evet, beni uyanık tutacak bir şeylere ihtiyacım var, bir sade kahve fena olmaz.”

                Müjgan herkese kahve yaptı.

                Sonra herkes odalarına çekildi.

                Müjgan kocasıyla ve karnındaki bebeğiyle ilk defa yalnızdı, mutluydu Şemsettin’in yanında yatarken.

                Birkaç gün sonra sancılar başladı sabahla birlikte.

                Ebenin ve kayınvalidelerin yardımıyla doğum gerçekleşti.

                Topaç gibi bir oğlan doğdu.

                Rıza…

                Müjgan mutlandı, huzur buldu.

                Şemsettin loğusa odasına geldi. O da mutlu, gururlu.

                Müjgan büyük bir aşkla, şükranla kocasının gözlerine baktı. Onun da mutluluğunu gördü gözlerinde, daha da mutlu oldu. Şemsettin, yattığı karyolaya geldi, yorganı itip yer açtı kendine ayak ucunda. Müjgan yer verdi ona biraz öbür uca çekilip.

                Oturmadan Müjgan’a uzandı, önce avuç içlerinden sonra alnından öptü. Müjgan da sarıldı ona:

                “Evet, işte sana oğlan da doğurdum, hiç gitme artık” diyemedi.

                Bebeği verdiler Şemsettin’in kucağına. Şefkatle baktı oğluna:

                “Hoşgeldiniz Rıza Efendi, sefalar getirdiniz, hayatımıza şeref verdiniz, hayırlar uğurlar getirdiniz.”

                Rıza bebek ağlamaya başladı.

                “Acıkmış olabilir, ver de emzireyim.”

                Müjgan kucağına aldı, bebeğini, ipek geceliğinin yakasından sütten kabarmış tazecik memesini çıkarıp bebeğinin ağzına dayadı.

                Büyük bir hırsla sarıldı Rıza memeye.

                “Ağzının tadını şimdiden biliyor” dedi Şemsettin.

                Loğusalık günlerinin tadını tam manasıyla çıkardı Müjgan. Rıza Efendi’nin gelinine hısım akraba, tanıdık ve arkadaşlar tebrike geldiler günlerce.

                Kimi loğusa odasına alındı, loğusa şerbeti ikram edildi, kimine de sadece misafir odasında annelerle oturmak nasip oldu.

                Müjgan’ı kırk gün yataktan çıkarmadılar.

                Bugünlerin en güzel tarafı Şemsettin’in yemeklerini daima Müjgan’ın odasında yemesi ve Rıza’nın meme emmesini seyretmesiydi.

 Bir başkaydı bu sefer Şemsettin; her zamanki gibi zarif, kibar ama Müjgan’a sanki daha bir güzel, daha bir sıcak bakıyormuş gibi geldi, daha sevgili daha şefkatli.

                Keşke hiç bitmese bu günler. Hiç bitmese dedi içinden…                        

                Haftalar geçti. Gecelerde mutlu geçmeye başladı Şemsettin’le. Artık yanında aynı yatakta yatmaktaydı, sabahları da beraber uyanmaktaydılar.

                Şemsettin sütlü kadın kokusundan sarhoş, Müjgan’ın koynunda açtı gözlerini, bebek uyanınca da yerini ona bıraktı.

                İkisini seyretmeye doyamazdı. Bebeğin karnı doyunca onu kucağına alır, uzun uzun bakar; kendine, Güllüşah’a Müjgan’a benzetirdi.

                Güllüşah böyle zamanlarda:

                “Kendini inandırmış, benim oğlum olduğuna” diye düşünürdü kendi kendine. Sevinirdi.

                Bazen banyosunu bile yaptırdığı olurdu bebeğin. Rıza’nın sebebine Şemsettin’in gitmeyeceğini bile düşündü. Sanki o hiç gitmeyi düşünmüyormuş gibi geldi Müjgan’a da…

                O akşam Müjgan her zamanki gibi bebeğini  emzirdi, altını değiştirdi, beşiğine yatırdı. Bebek usluydu her zamanki gibi, hiç zorluk çıkarmazdı…

                Zaten ya emiyor ya uyuyordu.

                Neredeyse üç aylık olmuştu Rıza bebek.

                Müjgan soyunup yatakta kendini bekleyen Şemsettin’e sokuldu. “Hiç gitme benden” dedi.

                Önce cevap gelmedi Şemsettin’den. Sonra: “Olabilir Müjgan, belki” dedi.

                Müjgan’a yetti bu. Ona sarılıp, rüyalarında da onunla uykunun derinliklerine daldı.

                Sabah ezanıyla uyandığında bebeğin hala uyumasına şaştı.

                Birden içinde bir bunaltı, bir sıkıntı hissetti.

                “Allah Allah, sebepsiz; Şemsettin yanımda, yavrum yanımda, saçmalıyorum.” diye düşündü.

                Yine de huzursuzdu

                Yavaşça yataktan inip yalın ayak, sabahlıksız beşiğe gitti.

                Hiç ses yok.

                “Ne güzel uyuyor ama, emme vakti de bir hayli geçti.”

                Yüzünü görmek istedi. Örtüsünü yavaşça kaldırdı. Sanki bebek derin bir uykudaymış gibi geldi ona ama derinden gelen acayip bir korkuyla irkildi. Bu yüz ona her zamankinden değişik göründü. Hiçbir kıpırtı yoktu yüzde. Biraz daha eğilip yüzüne dokundu. Buz gibiydi. Kendi korkusundan kendi korktu, aklına geleni atmaya çalıştı başından. “Hayır” dedi, “Mümkün olamaz.”

                Fakat elinin dokunduğu yüz hala buz gibiydi.

                “Üşümüş galiba, değil mi, üşüdün bebeğim, değil mi? Gel bana ısıtırım seni hemen.” Rıza kucağında, haykırır gibi bağırdı.

                “Üşümüş, Şemsettin uyan, üşümüş Rıza.”

                Şemsettin çoktan uyanmış, gözleri faltaşı gibi, kolundan tuttuğu bebeğini bir o yana bir bu yana savuran Müjgan’a baktı şaşkınlık içinde.

                Kafası sallanmaktaydı bebeğin Müjgan’ın kolları arasında, cansız, bir et parçası gibi.

                Bir heykel oldu Şemsettin, kıpırdayamadı; bir bebeğe baktı, bir çılgın gibi bebeği savurup koşan, uyandırmaya çalışan, uyanmadığı için de çılgına dönen Müjgan’a.

                Anladı durumu. Yüreğine hançerler saplandı; kanadığını hissetti derinlerde bir yerlerin.

                Bir şeyler kopup, yok olmaktaydı.

                Müjgan’sa çıldırmak üzereydi.

                “Uyandır onu Şemsettin, çabuk ol, uyandır onu.”

                Müjgan bağırıyordu.

                Bitkin, yorgun kalktı yataktan Şemsettin, Müjgan’a doğru yürüdü, ona dokunmaya çalıştı.

                “Uyanmaz artık o, bırak onu...”

                Müjgan’ı bu kesin cevap o kadar ürküttü ki, çığrındı.

                “Hayıııır.”

                Eğirdir cevap verdi sesine.

                “Hayııııır.”

                Müjgan hala bağırmaktaydı.

                Ev halkı da oradaydı. Herkes şaşkındı.

                Müjgan hala çocuğu savurarak koşmakta, insanların gözleri faltaşı gibi açık, çaresizdi.

                Şemsettin, hayalet gibi, pijamalarını çıkarıp, elbiselerini giydi, kapıya yöneldi.

                Arkasından koşan Güllüşah’a sadece:

                “Gidiyorum” dedi, duyulur duyulmaz.

                Güllüşah durduramadı onu, bilirdi durduramayacağını; güle güle de demedi, dese de zaten duymazdı Şemsettin.

                Kimse bir şey duymazdı bu acının keşmekeşliğinde.

                Güllüşah oturdu köşeye. Yorgun bitkin hissetti kendini.

                Hangisine yanıp üzüldüğünün farkında değildi.

                Ölen bebeğe mi yoksa kendi koca bebeğinin kaçıp gitmesine mi?

                Oğlunun gitmesine sebep oldu diye ölü bebeğe kızdığını hissetti. Ayıpladı kendini. Allah’tan af dilercesine daha bir sarıldı tesbihine; hızlı hızlı çekmeye başladı.

                Olan olmuştu kendi hesabına, tevekkülden başka çare yoktu.

                Öte yandan Müjgan bebeği hala kucağında, geceliğinin içinde, kendinden geçmiş, ne dediği belirsiz sesler çıkarmakta, hala uyuduğunu zannettiğini bebeğine sıkı sıkı sarılmış sallmaktaydı.

                Bir müddet sonra farkına vardı olanların. Durmadan hıçkırıyordu.

 Rıza’yı aldılar elinden öğleye doğru, zorla.

                “Bu nasıl gidiş böyle yavrum, haber bile vermeden, hasta bile olmadan. Böyle birdenbire çekip gitmek olur mu?”

                “Şemsettin” diye inledi. “Rıza’m” diye inledi Müjgan.

                Hiç biri cevap vermedi.

                “Şemsettin, neredesin?”

                İçeriye tanıdığı, tanımadığı insanlar girdi, anlamadığı şeyler söylediler.

                Seçemedi onları, hiç kimseyi istemedi.

                Müjgan’a sokuldu Fadime ana yavaşça. Kucakladı yaslı yavrusunu, hiçbir şey söylemeden, sakin sakin saçlarını okşadı, salladı kucağında…

                Acılarının içinden bir süvari çıktı o an, elindeki uzun mızrağı hız alıp attı. Mızrak Müjgan’ı delip geçerken takılı kaldı kalbinde;

                Bir ucunda Rıza bebek, diğer ucunda Şemsettin, sanki gıncırdağa biniyorlar, bir bebek havada bir Şemsettin, Müjgan’ın etrafında döndüler.

                Müjgan ikisine de yetişmeye çalıştı ama kaskatı, aralarında kıpırdayamadan durdu ortada.

                Hep beraber ayrılığın acı, tuzlu şarkısını söylediler, ama herkes kendi başına.

                Mızrağın girip çıktığı yerden akan kanlar kırmızı değil saydamdı. Ayaklarının dibinde göl oluşturdular. Morlu sarılı zambaklar başlarını çıkardılar bu gölden, onları toplayıp bebeğine vermek istedi Müjgan. Rıza Mavi pembe bir buluta binmiş el salladı gülerek geride kalanlara.

                Bulutlar alıp götürdüler Rıza bebeği. Denge bozulunca Şemsettin yere düştü, kalkıp koştu bebeğin ardından. O koştu, bebek kaçtı. Müjgan’sa ikisinin ardından; sonunda ikisi de yok oldu gözden. Dalgalar üstüne üstüne geldi Müjgan’ın.

                “Boğulacağım, boğuluyorum Şemsettin, Rıza kurtarın beni, beni de alın yanınıza”

                “Sakin ol” dedi başucundaki ses, “gidenle gidilmiyor.”

                “Gittiler, uçup gittiler, Şemsettin’im, bebeğim, mutluluğum, hep bir olup…”

                Mızrak hala sallanmaktaydı kalbinde. İki ucu boştu artık. Sonunda, Fadime ananın kadife gibi şefkat dolu sesi çıkarıp aldı mızrağı:

                “Başa gelen çekilir bebem” dedi ana, yürekten, paylaşıcı.

                Sıcacık kucağında, koynunda salladı bebesini uyutuncaya kadar.

                Sayıklıyordu Müjgan ara sıra:

                “Gittiler”

                Fadime ana şefkatli tasdik ediyordu

                “Evet yavrum, gittiler.”

                Günlerce kovaladı onları Müjgan; yaklaşamadı bile onlara.

                Acının kendisi olup çıktı haftalarca, aylarca.

                Acıların dayanılmaz olduğu bir gece, yine sularda yüzdü.

                Müjgan, yine zambaklar başlarını çıkardılar sudan.

                Bu sefer pembeydi renkleri zambakların.

                Topladı zambakları kucak kucak.

                Topladıkça yenileri çıktı.

                Yatak yaptı bebeğine onlardan, yorgan yaptı, sardı sarmaladı bebeğini.

                Bebeği konuştu ona:

                “Anam” dedi. Ben varım ve de yaşıyorum, beni sevdiğin müddetçe. Sevmediğimiz, sevgisini yitirdiğimiz insanları kaybederiz, onlar yok olur dünyamızdan. Sevdiğimiz her şey yaşar kalbimizde. Sadece onun dışında kalanlar ölüdür. Bunun bilincine var. Sevginin bilincine var. Acıları, karanlıkları yarıp yok eden tek çare, tek ışık, sevgi, yas yüreğini kaplamaya başladığında beni sevdiğini hatırla, “Seni Seviyorum” de. Göreceksin her şey değişecek. O zaman sen kendinin farkına varacaksın, diğerlerinin farkına varacaksın, sevginin gücünün farkına varacaksın.”

                Müjgan, inandı bebeğine.

                Öyle de yaptı.

                Acılar kapıyı çaldığında, her seferinde

                “Seni Seviyorum Rıza. Seni seviyorum Şemsettin” de dedi.

                Günlerce, gecelerce, binlerce kere yavaş yavaş kalbi yumuşadı, gevşedi, sıcacık sevgi, acıyı yası kovdu, genişledi, büyüdü, yer kalmadı kalbinde yasa, karanlığa.

                Büyük acılar biler insanı, öğütür, inceltir, ovar parlatır, yasları yakar kül eder, paklar, temizler, ruhumuzu yeniden yoğurur; tertemiz ve saf yeniden dünyaya getirir.

                Sevgi acıyı yener.

                Hiç yok olmayanı yeniden keşfetmişti Müjgan.

                Bir daha Rıza’nın ölümünden hiç bahsetmedi , kimseyle bu hususta konuşmadı.

                Bir sabah yeni doğmuş gibi taptaze, tertemiz çıktı odasından.

                “Selam” dedi. “İşte ben yine buradayım.”

                Ve hiçbir şey olmamışçasına günlük işlere daldı, şaşkınlıklarını gizlemeye çalışan dört göz önünde.

                Sevgi dolu, mutlu, sıcacık yaz günleri gibiyken, buz gibi karlı, donlu günlere dönüşen hayatını idame ettirebilmek için, bu hüzünlü, zor, hasretli yaşamın da gizemli güzellikleri keşfetmesi, onlardan da tat almayı öğrenmesi gerekmişti Müjgan’ın.

 Üç  yıl geçti aradan. Üç uzun kupkuru günler, haftalar, aylar, yıllar.

                Zaman her derde deva değildi Müjgan’ın hayatında.

                Hep bekledi Şemsettin’i, belki gelir diye.

                Ve de öyle oldu.

                Bir gece geldi Şemsettin. Biraz daha zayıf, biraz bedbin, eskisi gibi pek bakımlı değildi.

                Kimse sormadı üç yıldır neredeydin diye.

                Rıza bebekten de bahsedilmedi.

                Müjgan derinden kırgındı ona.

                Belli etmedi kırgınlığını ama, geceler artık eskiden olduğu gibi değildi, onunla.

                İçindeki ateşi yıllar, ayrılıklar kor etmişti.

                Ama bu sevgi daha bir başkaydı.

                Artık onun Eğirdir’de kalacağını umut etmekten vazgeçmişti.

                Müjgan onsuz yaşmayı kabullenmişti.

                Bu gelişinde Şemsettin iki ay kaldı.

                Rıza efendiden kalma tarlaların bir kısmını sattı, işlerini bitirince de, aniden:

                “Ben gidiyorum” dedi ve gitti, cepleri tomar tomar para dolu.

                Yine hasret başlamıştı Müjgan için.

                Sessiz sakin gömüldü sevgisinin yalnızlığına.

                Her zamanki gibi ev işleri, misafirler, misafirlikler.

                Bazen hasret doruğuna çıkar, bazen korlar külleri itti, alev oldu cebelleşti onlarla Müjgan.

                O gece yine hasretle baş edemediği bir geceydi.

                Pencereden baktı.

                Göl onu davet ediyordu.

                “Gel konuş bana, sana, hasretine şifa olayım”

                Ay’la gölün, mehtapla buluştuğu bir geceydi.

                Anneleri uyandırmamak için emektar tahta merdivenleri gıcırdatmadan aşağıya indi.

                Taş avluya varınca el yordamıyla göl tarafına bakan kapının tokmağını buldu.

                Kapı homurdandı, açılırken:

                “Nereye gecenin bu saatinde?” dercesine.

                Umursamadı Müjgan.

                Üstünde geceliği, gölün adalara doğru uzanan kayalık ucuna yürüdü. Lodos hızını almış, akşamın geç vakti, el değmemiş kız nefesine dönüşmüş, tatlı ve gizemli hafif hafif üfledi yüzüne.

                Uzun uzun seyretti lacivert geceyi.

                İçi içine sığmamaktaydı, bir şeyler yapmak istercesine, kıpır kıpır.

                Geceliğini bir hamlede çıkardı attı. Fırlattı kendini gölün kollarına koyuverdi, suyun kıpırtılarına. Kulaç attı, uzaklaştı kıyıdan.

                Vücudu sızlamaktaydı özlemle:

                İki misli ağır hissetti göğüslerini kabarmışlardı sanki.

                “Vücudum isyan ediyor bana, sana.”

                Bağırdı uzun uzun.

                “Şemsettiiiin…”

                Sular harekete geçti bu çağrıyla. Balıklara haber verdiler.

                Konuştular, onunla balıklar. Öpüp gıdıkladılar onu alttan alttan. Ona:

                “Bırak kendini, korkma, bak biz de suda batmıyoruz. Batsan da biz tutarız seni; sal kendini arzularını, şevklerini ki toparlanıp kendilerine gelsinler.”

                Yıldızlar da koştular çağrısına.

                Salıncak kurdular ayla deniz arasına. Salladılar Müjgan’ı gölün bir ucundan öbür ucuna.

                Sonra gölle ayla birleşip beşik olup salladılar. Onu, ana gibi.

                Lacivert dalgalar ninnisini söylediler.

                Mehtap ayna oldu ona:

                “Bak gör güzelliğini, her şeyden önce sev kendini.”

                Yıldızlar yağmaya başladılar, yorgan oldular üstüne.

                Sivri dağı bekçiliğini yaptı, rüzgardan, ayazdan korudu kızını.

                “Geçemezsin o tarafa” dedi ayaza, “sonra üşür benim kızım.”

                En sonunda yine yıldızlar konuştu onunla.

                “Bütün aşık yıldızlar selam ederler sana. Üzülme, yalnız değilsin ve de hiçbir sevgi katlanıymayacak kadar zor değildir, bilirsen sevmesini. Sevememenin yoksulluğunu sevmenin çilesinden daha ağırdır.”

                Boş sandallar şahidi oldu bu gecenin.

                Sakinleşmişti artık Müjgan.

                Vedalaştı dalgalarla, yıldızlarla, ayla.

                Balıklar refakat ettiler ona kıyıya kadar.

                Teşekkür etti herkese, Sivri dağına ve de inandığına…

                “Beni benden koru Allah’ım.” diye dua etti.

                Çelik gibi olmuştu vücudu.

                Bir hamlede atladı kayalara, ıslak ıslak geceliğini giydi, yürüdü kayalık yoldan bahçe kapısına.

                Odasına varınca ıslak geceliği çıkardı, kendini yatağa attı. Yüreğine döndü.

                “Kalbime bir tahtaravelli  kurdum Şemsettin, iki ucunda da sen varsın dedi.”

                Uyudu uyandı gece boyunca.

Aradan yine aylar yıllar geçti; düğünler, dernekler oldu, nişanlılar evlendi, evliler çoluk çocuk sahibi oldu ve Şemsettin gelmedi senelerce Müjgan’a.

                Bu senelerde mahallenin Akana’sı sırdaşlık, arkadaşlık etti Müjgana.

                Kimi kimsesi olmayan bu yaşlı kadın, yaşını kimse bilmez, tek başına tek odalı virane bir evde otururdu ve komşusuydu Müjgan’ın.

                Sevgili Kale Mahalleli bakardı ona.

                Kale mahallesi çok özeldir Eğirdir’in. Evler kale kapısından, kale ucuna kadar hep birbirine yaslanmıştır, içinde yaşayanların birbirlerine yaslanıp güvenmeleri gibi. Hiçbir evin kendine ait duvarı yoktur, kendisini yanındaki evden ayıran. Kapıları, pencereleri açıktır hep herkesin. Her komşu bir diğerinden ihtiyacı olduğu şeyi sormadan alıp gidebilir, ev sahibi evde değilse bile. Kocalar işte olduğundan çoğunlukla öğle yemekleri beraber yenir, çamaşırlar beraber yıkanır, düğünlere beraber hazırlanılır.

                Bir ailedir Kale. Dertler de sevinçler de paylaşılır içtenlikle, samimiyetle. Herkesin sevinci herkesindir, acısı da. Ne mutlu onlara.

                Herkesin anası, Akana’sıdır o, dertleri dinler, öğütler verir, yaraları sarar. Canevi kalkan ona gelir. O da ovar, ovuşturur, konuşur, teselli eder, ayağa kaldırır hastayı, evine yollar.

                Bir kuruş da geliri yoktur Akana’nın. Kale’li kadınlar ona yoksulluğunu fark ettirmeden yar olurlar.

                Gençken evlere halıya gitmekle geçimini sağlardı. O zamanlar hemen hemen herkesin evinde halı tezgahları vardı. Akana kimin halısına yardım ederse o evden biri olurdu o gün.

                Akşamları da viranesine döner, eski döşeğinde yatardı.

                Yıllar geçti, halı tezgahları evlerden kalktı;

Akana’da yaşlandı, hiçbir şeyi yoktu ama, mahallede değme kişilerin sahip olamadığı bir çok haklara sahipti.

                Herkesin parasız doktoru ve dert dinleyicisiydi. Dinlemeyi  ondan daha iyi bilen yoktu.

                Yeni gelinlere öğütler verir, saygılı ve sabırlı olmayı öğretirdi. Kaynanalara da sevgili, şefkatli olmayı.

                Mahallenin bütün çocuk ve gençlerini denetleme hakkına sahipti. Nerede yanlış yapan bir genç görse, ona yanlışını sabırla izah eder, fark ettirir, gözünü açardı.

                Yaramaz çocuklar ondan çekinirdi. Onların kulağını, saçını çektiği çok olmuştu; hatta popolarına iki şamar attığı da. Bu mesuliyet ve sevgi ifade eden çıkışlara ne çocuklar, ne de anneler karşı çıkardı.

                Herkesten saygı ve sevgi görürdü sevgili Akanam…

                O saygı ve sevginin parayla satın alınamayacağının canlı bir simgesiydi.

                Konu komşu sanki konuşup kararlaştırmışlar gibi, her öğün yemek götürürlerdi ona. Hayratta çamaşır yıkayanlar da sorarlardı ona, yıkanacak çamaşırı var mı diye.

                Bu akşam yemeğini bir tepsi içinde Müjgan getirmişti.

                “Etli Bamya’yı sevdiğini biliyorum Akana, afiyetle yiyesin diye getirdim.”

                Akşam yemeğine daha çok vakit vardı.

                “Nasılsın güzel Müjgan?”

                “İyiyim Akana. Bir de şu insanlar bana soru sormaktan vazgeçseler daha da iyi olacağım.

                Nereden bileyim Şemsettin’in ne zaman geleceğini, gelip gelmeyeceğini.”

                Akana da aynı fikirdeydi kasabalıyla.

                “Tabii be kızım, bu ne kadar sürecek daha, ne kadar bekleyeceksin kocanı, gençliğin gelip geçti nerdeyse onu beklemekle.”

                Müjgan hiç beklemezdi bunu Akana’dan.

                “Sen bari söyleme böyle Akana.. Sen ki ömrünü geri dönmeyeceği beklemekle geçirdin. Beni senden daha iyi anlayan olabilir mi?”

                “Doğru” dedi Akana. “gelemeyeni beklemekle geçti ömrüm.”

                Kore harbinden geri dönmemişti Halil’i. Halil’in küçüğüne almaya kalkmışlardı onu da, hayır demişti. Kararlılığını da bu harabeye çekilip yalnız başına yaşamakla ispat etmiş ve belki gelir diye hep Halil’ini beklemişti.

                Hiç konuşmadan herkes kendi gelmeyenine daldı bir müddet. Müjgan’ın sesiyle kendine geldi Akana:

                “Akana, söyle bana kim daha mutlu? Onlar kocalarına benim uzaktaki Şemsettin’ime yakın olduğum kadar yakın değiller hiçbir zaman. Şartlarını kendileri koyduğu, verirsen veririm, adlı bir oyunda kimsenin kazanamayacağı bir kumarı devam ettiriyorlar. Sevmeden, yaşadıklarını zannedip yaşamadan ölüp gidiyorlar. Ben bir köprü kurdum Şemsettin’e. Uzunluğu on iki saat, adı da sevda. Bu köprü olduğu müddetçe hiç yalnız değilim. Onu her düşündüğümde köprünün öbür ucundayım, ondayım.”

                Ses vermedi önce Akana. Sonra konuştu.

                “Onların aşkı küçük hesaplara dayanır yavrum. Onlar bu duyguyu hissedebilmek, sevdayı kendi başlarına yaşayabilmek büyüklüğünden o kadar yoksundurlar ki bu yüce kuvvet kavramı ne uslarına ne de kalplerine sığar.”

                Oturdular yan yana iki bekleyen, kalpten kalbe konuştular ağız açmadan.

                Akşam ezanıyla ayıldılar düşlerinden.

                “Anneler bekliyordur beni, yavaş yavaş gitsem iyi olur, hoşça kal Akana.”

                “Güle güle yavrum, sağlıcakla git, el aleme de aldırma pek.

                Selam söyle kaynanalarına, bamya için de teşekkürler.”

                Müjgan ayağa kalkıp, kapıya yürüdü.

                Dönüp baktı kapıdan çıkarken.

                Akana çoktan yalnızlığına dönmüştü.

                “Hala bekliyorsun benim asırlık kayam.”

Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları getirdi götürdü…

                Yine ayvaların çiçek açtığı mevsim geldi.

                Ayva çiçekleri sadece yazın gelişini haber vermez Müjgan’a, ona ümit de getirirlerdi her açışlarıyla.

                Bu sene Güllüşah bağlara göç etmek istemedi, sıhhati pek iyi değildi. Kışlık hazırlıkları Müjgan ve Ümmü kalfa yapacaklardı.

                Müjgan sabah gitti, akşam geri döndü kaynanalarına.

                O gün yalnızdı Müjgan bağda, kelifte. Ufak tefek işleri görmekte, tarhananın kuruyup kurumadığını kontrol etmekte, elma ve armutların ermişlerini toplayıp ayırmakla meşguldü. Koca giriş kapısının paldır küldür açıldığını duydu. Kimseyi beklememekteydi. Biraz şaşkın ana kapıya yürüdü. Süleyman’la karşılaştı. Süleyman yakın akrabalarından Kartal’ın torunuydu. Soluk soluğaydı Süleyman:

                “Müjgan yenge, Müjgan yenge, Şemsettin ağabey kasabaya geldi.”

                Müjgan’ın kalbi durur gibi oldu duyduğundan. Belli etmemeye çalıştı.

                “İyi, hoş gelmiş, sefa gelmiş”

                “Yanında bir kadın var, genç.”

                “İyi ya misafirimiz var demektir. O da hoş gelmiş.”

                “Ama Müjgan yenge…”

                Sözünü kesti Müjgan.

                “Ne demek ama. Aması maması yok. Misafir getirmiş, misafirin de başımızın üstünde yeri var.”

                Süleyman beklediğini bulamamış, bulamadığına biraz da şaşkın çıktı gitti geldiği kapıdan.

                “Güle güle Süleyman, selam söyle annene, ablana.”

                Müjgan yalnız kalınca yavaş yavaş çardağın altındaki sedire yürüdü. Bağdaş kurup oturdu üstüne. Dirseklerini dizlerine koyup başını elleri arasına alıp, düşünmeye başladı duyduklarını.

                Bir müddet sonra hiçbir yemek hazırlığının olmadığını hatırladı.. “Gelirlerse karınları aç olur her halde, yemek yapmalıyım” dedi.

                Mutfağa koştu.

                Bu mevsimde en çok neyi severdi Şemsettin?

                “Patlıcan, patlıcan yatırtması yapayım taze patlıcanlardan” dedi.

                Küçük kelifin bahçesine koştu. Patlıcanların ince ve körpelerini seçti, sonra biberlerle domateslere eğildi, onlardan da bolca topladı, getirdiği sepete doldurdu.

                Biraz maydanoz, nane, taze soğan.

                Koşar adımlarla mutfağa vardı. Kıyma dedi. Kıyma tekerlerinin başında durdu.

                “İyi ki götürmemişim bunları eve, ne yapardım şimdi kıymasız?”

                Bakır tencerelere doldurulmuş kıyma tekerlerinden büyük bir parça kesti aldı kalın bıçakla. Sonra ocağa koştu. Tava, yağ.. Patlıcanlar yıkanıp kurulandı, kızarmaya bırakıldı. Kıyma tavaya, soğan, biber, domates, sarımsak, maydanoz. Hepsini karıştırdı. Çabucak doldurdu karışımı kızarmış patlıcanların göbeklerine. Yayvanca bir tencereye aldı göbeği şişkin patlıcanları, tuz, biber, su ilave edip pişmeye bıraktı.

                “Yanına ne yapmalı?”

                Bulgur pilavı. Onu da çok sever Şemsettin. Ama daha erkendi bulgur pilavı için.

                Isıtılmış bulgur pilavını kendi de sevmez, kendi sevmediğini de kimseye ikram etmezdi.

                “En iyisi önce salatayı hazırlamak. Yağını, tuzunu onlar gelince koyarım.”

                Salatayı hazırladı, pilavın da bütün malzemelerini ocak başına yerleştirdi.

                “Onlar gelinceye kadar bir bardak çay içeyim. Her sene bağlar dönüşüne kadar belki gelir ümidiyle Şemsettin’e sakladığı üzümlerin en güzelini kontrol etmek için üzüm bağına girdi çay demlenirken.

                Şemsettin en çok Burdur dimnitlerini severdi. Onların yerlerini buldu. Şöyle arkadan önden baktı. Ballı ballı yatmaktaydılar, kömür gibi, asma yapraklarına yaslanmış yenilmeyi beklemekteydiler. Sonra pembe Rezakileri aradı buldu. Bu üzümler hem kütür kütürdürler hem de yenildiğinde ağza çok hoş gelen kokulu lezzetleri vardır. Herkesin bağında olmazdı bunlardan. Koparmadı üzümlerden.

                “Kendi eliyle koparsın, böylesini sever.” Beklemiş üzüm yemezdi o bağlarda. “Bir hafta daha geç gelseydi onları Eğirdir’e götürmüş, tavanlara asmış olurdum, kışın yenilsinler diye.” geçirdi içinden…   

                Kendisine kopardı küçük bir cingilbeyaz üzümlerden, yiye yiye kelife döndü.

                Oturma odasındaki saate baktı. Dört buçuktu. Huzursuz sedire oturdu. Geleceklerini biliyordu, hiç şüphesi yoktu.

                Çay koydu kendisine. İkinci çayı koymak için mutfağa girdiğinde pilav suyunun altını yaktı.

                Çayını daha bitirmeden otomobilin kapının önünde durduğunu duydu. Çok geçmeden koca kapı gıcırdadı, homurdanır gibi. Kendisi de ayağa kalkıp gelenleri karşılamak için yürüdü.

                Yolun kelife döndüğü köşede karşılaştı onlarla.

                Şemsettin, özlediği, beklediği sevdiği kocası karşısındaydı.

                Yanında da beyaz üstüne kırmızı puanlı, kloş etekli kolsuz elbisesiyle genç güzel ve modern bir bayan.

                İçi burkuldu Müjgan’ın, başı döner gibi oldu, sevinci kursağında kaldı. Yutkundu hissettiklerini.

                Kollarını iki yana açarak onlara doğru yürüdü.

                “Müjgan, merhaba, bak misafir getirdim, bu Gülseren.”

                Elini uzattı ona:

                “Hoş geldiniz Gülseren hanım, nasılsınız?”

                Müjgan kucakladı genç kızı, öpüştüler iki eski dost gibi.

                “Hoş bulduk, iyiyim, toz ve toprak içinde olmanın dışında. Ne güzel yerler böyle buralar. Kendinizi şanslı saymalısınız, böyle yerlerde yaşadığınız için.

                “Haklısınız, öyleyim.”

                Şemsettin yaklaştı, kucakladı onu, yanaklarından öptü.

                “Yine her zamanki gibi çok çalışıyorsun anlaşılan. Bağlarda olabileceğinizi tahmin etmiştim. O yüzden de eve uğramadan buraya geldim. Ama galiba yalnızsın. Anneler nerede?

                “Onlar artık yaşlandılar. Güllüşah bu yaz bağlara göçmek istemedi. Ben Ümmü halayıkla gelip gidip işleri yoluna koyuyorum. Gelin çardağın altına gidelim. Birer bardak çay alır mıydınız?”

                “Önce bağa girmek isterim.”

                Gülseren’e döndü:

                “Ama istersen sen çayını iç, ben de sana bağlardan üzüm getireyim, böylesini kolay kolay bulamazsın.”

                “Olur, zaten biraz dinlenmeye ihtiyacım var. Üzümü de çok severim ama önce bir çay alabilirim.”

 Müjgan sedirde yer gösterdi genç bayana, iki tane daha yastık koydu yanlarına yaslansın diye?

                “Rahat mısınız?”

                “Çok” dedi Gülseren.

                Bembeyaz yastıklara yaslandı Gülseren. Etrafı seyretmeye başladı.

                Bağa doğru yürümekte olan Şemsettin’e seslendi Müjgan.

                “İstersen sana bir sade kahve yapayım.”

                “Hayır, dönünce çay alırım. Kahveyi hep beraber yemekten sonra içeriz.”

                Şemsettin yürüdü gitti bağın içine.

                İki kadın önce birbirlerine baktılar.

                “Ben mi tedirginim, o mu? diye düşündü Müjgan.”

                İkisi de tedirgindi, huzursuzdu.

                Bir müddet sonra Gülseren kendini etrafın güzelliklerine kaptırmıştı. Gılivatları işaret etti

                “Hiç tepeden bana bakan üzümler görmemiştim. Ne kadar güzel bir duygu, üzümlerin altında oturup onları seyretmek ve çay içmek.”

                Çayını yudumladı Gülseren. Müjgan konuştu:

                “Gılivat deriz biz onlara. Yaz günlerinde hep beraber onların gölgesinde otururuz. Onlara gözüm gibi bakarım.”

                Tahta sandalyeyi Gülseren’in tam karşısına çekti oturdu. İçinden “çok güzel, genç, elleri hiç iş görmemiş gibi, beli incecik. Seyretmesi bile hoş” dedi.

                İçten içe Gülseren de onu seyretmekte, incelemekteydi.

                “Olağanüstü güzel. Her şeyi yiyip yutan, dışarı vurdurmayan giysilerinin içinde bile hem güzel, hem mağrur, hem şefkatli.”

                Bir müddet sonra Şemsettin bağdan döndü. Elinde sadece küçük bir salkım üzüm vardı.

                “Gülseren, mutlaka gelmelisin, üzümleri yerlerinde görmelisin. Hepsi de al beni, ye beni diyor. Kıyamadım onlara. Gel kendi elinle kopar, taze taze ye.”

                Müjgan:

                “Doğru, Şemsettin haklı, mutlaka görmelisiniz onları yerinde, asmaların altında. Ayrıca onları koparır koparmaz yemenin tadı başka olur.”

                Şemsettin’e döndü:

                “Dimnitleri bulabildin mi? Rezakiler de hemen onların arka sağ tarafında.”

                “Maalesef, senin de gelmen lazım, bulamadım onları.”

                Üçü beraber bağa yürüdüler.

                Gözü gibi saklayıp baktığı üzümlerin sallandığı asmalara  götürdü onları. Burdur dimnitlerinin altını asma yapraklarıyla kaplamıştı, toprağa değip de zedelenmesinler dile. Akşamın erken saatlerinde serin serin, ıslak ıslak yatmaktaydılar asma yapraklarının gölgesinde dimnitler.

                “Haydi, kopar bir salkım da tatlarına bak, bayılacaksın.”

                Gülseren eğildi, koparmaya çalıştı kapkara kömür gibi Burdur dimnitlerinden bir salkımı, ama beceremedi. Şemsettin eğilip yardım etti ona. Diğerini de Müjgan’a vermek istedi ama Müjgan,

                “Onları sana sakladım, sayıları da az, gidinceye kadar yersin. Sana kalsın” dedi.

                Şemsettin ses çıkartmadı.

                Buğulu serin üzümleri yiye yiye kelife döndüler.

                “Annemler nasıl Müjgan, sıhhatleri iyi mi?”

                “Git kendin gör, kendin sor.”

                Bu beklenmedik çıkış karşısında Şemsettin sustu, konuşmayı ilerletmedi.

                Müjgan da farkındaydı sert çıkışının. Havayı yumuşatmak için, “Karnınız açtır herhalde. Patlıcan yatırtma hazır, domates salatası da hazır sayılır. Sadece bulgur pilavı yapacağım, sen seversin bunları şayet yemek tadın değişmediyse.”

                Mutfağa doğru giderken, “İstersen Gülseren’e sofra hazır oluncaya kadar bağın diğer taraflarını göster. Yarım saate kadar sürer benim işim. Sonra sofraya oturabiliriz.”

                “Ben yardım edebilirim isterseniz size.”

                Teklif Gülseren’den gelmişti.

                “Sizin bildiğiniz işlerden değildir buraların işleri Gülseren hanım, buyurun siz bağı dolaşın, ben de işimin başına döneyim.”

                Yürüdü gitti Müjgan kelife.

                Mutfağa girip ocak başındaki iskemleye oturdu.

                Kendisi de şaşkındı bu kadar sakin ve rahat olabilmesine.

                Nedenini düşündü. Sonunda:

                “Allah’ın bildiğini benden saklamıyor. Seviyor demek ki genç kızı. Sevilmeyecek gibi de değil. Kısa eteğinin altından çıkan bacakları ne kadar düzgün ve güzel.

                Kendi bacaklarının nasıl olduğunu pek bilmediğinin farkına vardı.

                “Ne fark eder ki, güzel olsa da çirkin olsa da. Zaten hep kapalılar.”

                Pilavın yağını koyup demlenmeye bıraktı.

                Salata malzemeleri zaten hazırdı. Hepsinden güzel bir domates salatası yaptı. Kendi yaptığı yoğurttan ve taze salatalıktan da cacık yaptı.

                Sofrayı gılivatın altına kurarken, Şemsettin yanında Gülseren’le ona doğru geldi. O da sandalyeleri yerleştirdi yerli yerince.

                Müjgan’ın getirdiği bardakları da Gülseren tabakların yanına koydu. Hep beraber yemeğe oturdular. Kendisi de otururken sofrada sürahinin boş olduğunu fark etti. Aynı anda Şemsettin de gördü boş sürahiyi. Müjgan’dan önce davrandı, kuyuya koştu.

                “Sen hiç kuyu suyu içtin mi hayatında Gülseren?”

                “Yok hayır.”

                “Öyleyse şimdi tadacaksın. Bu su içtikçe içirir, yedikçe yedirir ona göre.”

                “Göreceğiz” dedi Gülseren.

                Müjgan da dahil hepsi iştahla yemeklerini yediler.

Müjgan duygularından hala şaşkındı. Farkında olmak, hissetmek, bilincine varmak istedi içinde bulunduğu durumun.

                Yemek boyunca hiç kimse konuşmadı. Sadece Müjgan farkında olmadan durup durup ikisine baktı.

                “Tuhaf, ben seni ana gibi, avrat gibi, kardeş gibi, çocuğum gibi seviyorum. Senin mutluluğun benim de mutluluğum. Seven daima mutludur. Yeter ki yakınımda, ulaşabileceğim yerde ol. Tek isteğim bu.”

                Beyazın bütün renkleri içerdiği gibi Müjgan’ın ona sevgisi de her türlü sevgiyi içerirdi.

                Şükretti kendi kendine.

                Hava iyice karardığında Müjgan koca lüks lambasını getirip yakmaya çalıştı ama bu sefer de beceremedi.

                “Hala beceremiyorsun bu işi Müjgan, bırak yine ben yakayım.”

                “Unutmamış, lüksü yakamadığımı, unutmamış.”

                Hoşuna gitti.

                Lüksün ışığı gözleri kamaştırdı.

                İçeri dışarı girip çıkan, tabak çanak toplayan Müjgan’a:

                “Şimdi güzel bir kahveye ne dersin, Müjgan? Gerçi hayli yoruldun ama senin kahven kadar güzel olmaz kahve, yapmayı ben üstlenirsem.”

                “Evet, evet, hiç kahve yapamaz esasında, zehir gibidir kahveleri hep, ortası da şekerlisi de.”

                “Hayır, yorgun değilim, kahveler hemen geliyor. Siz nasıl içersiniz Gülseren hanım?”

                “Bana sadece Gülseren deyin lütfen. Şekerli içerim.”

                Biraz sonra tepsi üstünde üç fincanla yanlarına geldi Müjgan.

                Kahveler içilirken onların geceyi burada geçirip geçirmeyeceğini düşündü.

                İçi bir tuhaf oldu.

                İki kadın bir erkek; iki aynı erkeği seven kadın.

                Nasıl geçecekti bu gece?

                Kahveler bitince Müjgan tekrar mutfağa, bulaşıkları halletmeye gitti.

                “Döndüğümde belli olur kalıp kalmayacakları.”

                Çardak altında Gülseren başını Şemsettin’in kucağına koymuş uzanıp yıldızları seyrederken buldu onları.

                Hiçbir şey demeden geri döndü, kendi yatak odasına girdi.

                Yatakları hazırlamak lazımdı. Saatler bir hayli ilerlemişti.

                “Vakit hayli geç oldu, yol yorgunusunuz, yatmaya hazırlansanız nasıl olur?” diye seslendi içerden.

                Gülseren ilginin böylesini beklemediği için biraz şaşkın, biraz tedirgin biraz da utanç içindeydi.

                Cevap beklemez zaten, ne desinler ki?

                Buna rağmen Gülseren’in sesini duydu.

                “Doğru, ben çok yorgunum, otobüs yolculuğu insanı bir hayli yoruyor.”

                Ayağa kalktılar. Gülseren tuvalete Şemsettin de banyoya girdi.

                Müjgan hiç düşünmeden yatak ve yorganı tertemiz ütülü bembeyaz çarşaflarla kaplı, yastıkları yeniledi, kabarttı, yatağın her tarafını eliyle düzeltti. Sonra köşedeki gömme dolaba gitti. Büyük bir bohça çıkarttı. Bohçayı yatağın üstüne koydu ve açtı. En üstte kendi ipekli gelinlik geceliği durmaktaydı. Onu alıp şöyle yan tarafa fırlattı.

                “İhtiyacı olmayacaktır buna” dedi kendi kendine. Sonra Şemsettin’in damatlık pijamalarını aldı eline; mavi çizgili saten ipekten. Yorganın açık kısmındaki başucu tarafına koydu.               Kendi geceliğini tekrar alıp bohçaya geri koydu, bohçayı da dolaba.

                Mutfağa gitti, buz gibi su dolu sürahiyle geri döndü, sürahiyi yatağın yanındaki tahta küçük masanın üstüne koydu, yanına da bir bardak. Yatağa daha bir çekidüzen vermek istercesine şurasını burasını çekiştirdi.

                Şemsettin girdi önce. Kravatını aralamış, ceketi kolunda.  Aldı elinden ceketi, kapının ardına astı.

                “Otur” dedi sakince yatağın ayak ucunu göstererek.

                Şemsettin itaat etti, oturdu.

                Müjgan, Şemsettin’in önünde yere diz çöktü önce, ayakkabılarını sonra çoraplarını çıkardı.

                Şemsettin bu kesin davranışlara hem şaşırdı hem de bir anlam veremedi. Müjgan’ı şimdiye kadar hiç böyle görmemişti. Ses de çıkarmadı. Ayakları çıplak sallanmaktaydı karyoladan. Elini aldı Müjgan onları, hafifçe okşar gibi dokundu onlara. Çorapları yerden almak isterken alev alev saçları yaladı ayakları.

                Şemsettin iyice şaşkındı. Müjgan birden ayağa kalktı, elinde ayakkabı ve çoraplarla. Sağ yan tarafta yere koydu onları, tekrar döndü, başucunda duran pijamayı eline aldı.

                “Giy şunları haydi.”

                Şemsettin anlamadığı bir oyunu oynar gibiydi, göz ucuyla Müjgan’ı takip ederek söyleneni yaptı.

                Müjgan şöyle geri çekildi, seyreder gibi kocasına baktı, damatlık pijamalar içindeki.

                Sonra yorganı iyice açtı.

                “Uzan yatağına göçmen kuşum.”

                Hafifçe iteledi onu, kesin, kararlı, yatması için.

                Şemsettin ürperdi, neler yapmayı düşünüyorsun gibilerden yüzüne baktı ama Müjgan çoktan başını çevirmiş, çıkmak için kapıya doğru yürümekteydi. Kapıda tekrar:

“İyi geceler Şemsettin” dedi.

Kapıyı açmak isterken kapı açıldı. Gülseren göründü kapıda.

                Göz göze, yüz yüze geldiler. Gülseren yıkanmış, temizlenmiş elinde havlu bakakaldı bir Müjgan’a bir Şemsettin’e.

                Ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi.

                Müjgan onun düşündüklerini anladı, imdadına koştu.

                Elini uzatıp, ıslak parlak saçları yüzünden çekti; sonra birdenbire Gülseren’e sarıldı, sımsıkı kucakladı.

                Gülseren sabun kokmaktaydı, gece kokmaktaydı, kadın kokmaktaydı ve iyice şaşkındı. Kıskıvrak yakalanmış gibi hissetti kendini. Sıyrılmaya çalıştı. Müjgan bırakmak istemedi sanki. Durdular ikisi kucak kucağa bir müddet.

                Bu sarılışta sanki “Al beni de götür yanında” vardı. Öyle geldi Gülseren’e. Hatta aynı şeyi kendisi de hissetti Müjgan.  Birdenbire yaptıklarından sıkıldı, utandı. Gülseren’i serbest bıraktı. Tam Gülseren kurtulup uzaklaşırken omuzlarından tuttu onu bu sefer, yavaşça kulağına fısıldadı.

                “Mutlu et onu, olur mu?”

                Kapıyı arkasından kapayıp Güllüşah’ın odasına gitti.

                Soyundu, geceliğini giydi, Güllüşah’ın yorganının altına girdi.

                Yaptığının doğru olduğuna inananların huzuru içindeydi.

                “Allah bile kusurları niyetlere göre ölçer biçer, ondan sonra karar verir. Benim onu yargılamam neyime.”

                Fakat yine de uyuyamadı. İçindeki dişi yüzeye çıkmaya çalışmakta, isyan etmekte, içten içten öbür odada neler olduğunu düşünmekteydi. Bastırmaya çalıştı onu. Bir damla gözyaşı yastığına yuvarlanırken, o da daldı uykuların gizemine.

                Aşka hudut çekilmez.

                Sabah erkenden uyandı. Yünüp yıkandı, yeni temiz giysiler giydi. Saçlarını taradı ama hiçbir şeyle tutturmadı, serbest bıraktı onları.

Uyuyanları rahatsız etmemeye çalışarak kahvaltı sofrasını hazırladı, çayı ocağa koydu.

                “Serin havada sabah sabah onlar bağa girmeseler daha iyi olur”  deyip bağdan Şemsettin’in sevdiği üzümlerden toplayıp getirdi. Boyalı çiftliğinin tereyağından, balından koydu masaya. Taze pekmez getirdi, sonra taze taze domates, biber ve Şemsettin’in sevdiği peynirlerden.

                Ekmekleri kesti ama kızartmadı, onların uyanmasını bekledi. Yapacak bir iş kalmayınca bir bardak çay koydu kendine, beklemeye başladı.

                Önce Şemsettin göründü kapıda; pijaması buruş buruş, bağrı açık.

                “Üşütürsün, hırka vereyim sana, bağların sabahları serin olur, bilirsin.”

                “Doğru, fena olmaz.”

                Çabucak kalın yün hırkayı alıp döndü, hala kapıda dikilen Şemsettin’in omuzlarına koydu.

                O sırada Gülseren belirdi kapıda. Dünkü gibi çıplak değildi kolu bacağı. Dar lacivert pantolonunun üstüne çizgili beyaz bir keten kazak giymiş, saçlarını da at kuyruğu halinde arkada toplamıştı. Çocuk gibi göründü gözüne Müjgan’ın.

                O da, çocuklarını karşılayan ana gibi, ikisini ellerinden tutup kahvaltı sofrasına götürdü.

                “Bakın, taptaze buz gibi üzümler. Siz onların tadına bakarken ben ekmekleri kızartayım. Her şey hazır.”

                Çok geçmeden koca bir tabak mis gibi kokan kızarmış ev ekmekleriyle döndü. Şemsettin davrandı hemen, ekmekleri aldı elinden.       Müjgan da çaydanlığı getirmek üzere tekrar mutfağa döndü.

                Çaylar konduktan sonra:

                “Domatesleri, biberleri yeni topladım. Bal, tereyağı ve peynirler çiftlikten, muhakkak tatmalısınız Gülseren hanım, böylesini bir daha yiyebileceğinizi zannetmem.

                Kendisi yemedi, yiyemedi, çayını yudumlarken onları seyretti. Nedense mutlu hissetti kendini.

                “İyi” dedi. “Gülseren genç ve güzel ve de kibar. Muhakkak tahsillidir de; Şemsettin’e bakarken gözlerinin içi gülüyor, onu sevdiği belli, mutlaka mutlu eder onu.”

                İyice bir rahatlamıştı.

                “Gözüm arkada kalmaz artık, Şemsettin güzel ve iyi ellerde.”

                Müjgan bunları düşünüp onları seyrederken Şemsettin de kasaba ve çevresinde daha neler görebileceklerini Gülseren’e anlatmaktaydı.

                Uzun uzun kahvaltı ettiler. Çay üstüne çay içtiler.

                Kahvaltıdan sonra onlar hazırlanırken Müjgan kahvaltılıkları mutfağa taşıdı.

                Bir müddet sonra hepsi yine çardağın altında buluştular. Şemsettin duş almış, tıraş olmuş, giyinmiş, yan tarafa tarayıp hafif biryantinlediği kumral saçlarıyla çok yakışıklıydı öyle görürdü onu Müjgan.

                Gülseren kahvaltıdaki gibiydi, sadece at kuyruğuna ipek bir eşarp fiyonk takmıştı.

                “Annelere uğramayacak mısın?”

                “Hayır, vakit yok, sen anlatır, selam söylersin.”

                “Seni korkak seni, gene kuyruğu kıstırıyorsun. Güllüşah’a hesap vermek zor.” Güldü için için Müjgan, bütün bunları söyleyemediği için.

                Gitmelerini istemedi nedense.

                Birden gıncırdak gözüne çarptı, eliyle o tarafı gösterdi.

                “Bu ne biliyor musun Gülseren?”

                “Hayır, bir şeye de benzetemiyorum.”

                “Gel öyleyse. Sen de gel Şemsettin. Göster ona onun ne olduğunu.”

Şemsettin itiraz edecek oldu. Zaten onun derdi hemen kaçmaktı ama Müjgan bırakmadı onu. Yine ikisinin ellerinden tuttu, kurulu duran gıncırdağa götürdü.

                “Haydi, göster Gülseren’e.”

                Gülseren’e döndü:

                “İnanın, çok hoşunuza gidecek. Herkesin hoşuna gider gıncırdak binmek. Haydi, durma Şemsettin, göster.”

                Başka çaresi kalmayan Şemsettin izah etti:

                “Bak, belinle şu uca ardılacaksın, çok uca gitme. Ben de aynı şeyi öbür uçta yapacağım, bak şöyle. Sen aşağıdayken hızlanıp, ayaklarını yerden çekerek havalanacaksın, ama ayağını yere öyle hızlı vuracaksın ki, hem havalanacak hem de öne doğru itilerek döneceksin.”Gülseren izah edildiği gibi yapmaya başladı. Kısa zamanda da başardı. Bir o havada, bir Şemsettin, gıncırdağın ucunda dönmeye başladılar. Gülseren çok hoşlanmıştı bu işten.

                Kahkahalar arasında:

                “Daha hızlı, daha hızlı” diye bağırdı.

                İsteneni yaptı Şemsettin ama aklı sıvışmaktaydı.

                Müjgan onları seyre daldı. Gıncırdağın bir ucunda kocası sevdiği Şemsettin; öbür ucunda kocasının sevgilisi Gülseren.

                Şemsettin yavaşladı:

                “Dikkat et, seni indiriyorum ama yere inince birden bırakma direği, elinde tut, sen de beni indir.”

                Dediği gibi yaptılar. Şemsettin’in de ayakları yerdeydi nihayet.

                Kesin bir sesle:

                “Gidelim artık, yolcu yolunda gerek.”

                Vedalaşma zamanıydı, Müjgan’a yaklaşırlarken o da onları seyretti.

                Önce Gülseren yaklaştı kucakladı, yanaklarından öptü onu.

                “Her şey için çok teşekkür ederim, her şey çok güzeldi.”

                O da öptü onu. Sonra Şemsettin. Elini eline aldı.

                “Annelere münasip bir dille anlatırsın.”

                Yanaklarından öptü, çekildi.

                “İkiniz de Allah’a emanet olun.”

                Müjgan onları kapıya kadar götürdü. Gözden kayboluncaya kadar baktı arkalarından. Bakışlarında ne bir kin ne de üzüntü vardı…

                O da hazırlandı yavaş yavaş. Bir sonraki otomobille şehre indi.

                Artık Şemsettin’in genç bir kadınla geldiğini, onunla yaşadığını herkes duymuştu kasabada. Müjgan’ın anası babası da dahil ve de anneler.

                Törelere göre Müjgan’ın baba evine dönmesi gerekmekteydi.

                Bunu Müjgan da bilmekte idi.

                Herkes Müjgan’ın baba evine döneceği günü bekliyordu.

                İki kişi hariç:

                Biri Güllüşah diğeri de Saatçiydi. Bir de kendisi tabii.

                Bütün kasaba ikiye ayrılmış, yarısı Müjgan baba evine döner, diğer yarısı da kalır demekteydi.

                Kalır diyenler yine de çoğunlukta idi.

                Bir Pazar günü öğle yemeğinden sonra annelere:

                “Ben babamlara gidiyorum, geç kalmam” deyip evden ayrıldı Müjgan.

                Anneler bildiler nedenini.

                Müjgan yola çıkar çıkmaz bütün kasaba bildi onun nereye ve niçin gittiğini.

                Baba evinin anahtarı hep çantasındaydı.

                Kapıyı açtı, merdivenleri indi, oturma odasının penceresinden babasını gördü. Odaya girip elini öptü. Sonra sesleri duyan annesi de odaya geldi. Onu da kucakladı öptü.

                Herkes lafı kimin açacağını beklemekteydi. Müjgan konuşmaya karar verdi:

                “Kaç gündür beni beklediğinizi biliyorum ve neden beklediğinizi de biliyorum. Hiç uzatmaya lüzum yok. Cevabım Hayır.”

                Başını kaldırıp ana babasının yüzlerine baktı. Babasının yüzünde hiçbir şaşkınlık ifadesi fark etmedi. Devam etti:

                “Eve dönmeyeceğim. Beni istemeye geldikleri gün hep Şemsettin’in olacağıma ve seveceğime yemin ettim. Bu sözüm değişmedi. Ben ona, onun evine aitim. Bunu böyle bilmenizde yarar var.”

                “Ben bunu böylece biliyordum da anana anlatamadım pek.”

                Konuşan Saatçiydi.

                “Eh, şimdi annem de anlamıştır herhalde.”

                Herkes sustu bir müddet.

                “Sizler nasılsınız? Bağ zamanı sizleri pek arayıp soramadım.”

                “Seni merak ettik. Yoksa iyiyiz.” Fadime ana ilk defa konuştu.

                “İşte, gördüğünüz gibi iyiyim, pek de mutsuz sayılmam.”

                Bir müddet daha kaldı baba evinde. Şuradan buradan söz ettiler. Esas konuya dönmenin lüzumsuzluğunu bildiklerinden.

                “Bana müsaade. Yaşlı anneler beklerler. Akşam yemeğini hazırlamadan geldim.”

                Saatçi üzüldü kızının hemen kalkıp gitmesine.

                Fadime ana:

                “Ben de yemeğe kalacaksın diye sevinmiştim. Tesadüfen senin sevdiğin yemekler var bu akşama.”

                “O da neymiş” diye sordu saatçi.

                “Ne demek o da neymiş? Nasıl unutursun Müjgan’ın sigara böreğini ve kadayıfı ne kadar çok sevdiğini. Her seferinde oburca yiyerek miğdesinin sınırlarını aşıp sonunda rahatsız olduğunu?”

Saatçi güldü, mutlu mutlu küçük Müjgan’ı hatırladı.

                “İlk bağ göçünde de aynı şeyi yapardın Müjgan. Bağa girer girmez doğru asmalara koşar, yiyebildiğin kadar yer, kusacak hallere girerdin.” Konuşan Saatçi’dir.

                Fadime ana atıldı bu sefer, sanki zamanı uzatmak istercesine:

                “Müjgan, o günü hatırlıyor musun, hani bağ bozumunda pekmezi fazla kaçırıp günlerce hasta yattığını? Çok korkmuştuk. Günlerce yemeden içmeden yatmıştın yatak da, halen her gözünü açtığında köpüklerin bitip bitmediğini soruyordun.”

                “Hatırlamaz olur muyum. Sigara böreğini de kadayıfı da pekmez köpüğünü de halen eskisi gibi severek yiyorum.”

                Müjgan anladı ana babasının onu bırakmak istemediklerini. Beni o kadar iştahlandırdınız ki börekle, kadayıfa, haydi anne, sofrayı beraber hazırlayalım da ben de senin o güzelim yemeklerinden nasibimi alayım.”

                Beraber çabucak hazırladılar sofrayı. Herkes memnun yemeklerini yediler.

                “Ellerine sağlık anacağım. Her zamanki gibi çok nefisti. Gitmem lazım artık, anneler bekliyorlardır. Bana müsaade.”

                İkisinin de ellerini öpüp kucakladı ayrılırken:

                “Siz de gelin, hep benim gelmemi beklemeyin” dedi.

                Kapıyı açarken Fadime hanım eline kalan yiyeceklerden yaptığı paketi tutuşturdu.

                “Yemek yapmana lüzum yok eve varınca. Annelere verirsin, akşam yerler.”

                “Teşekkür ederim benim düşünceli anam.”

                Anacağını tekrar kucakladı, öptü.

                Kapıdan çıktı.

                Eve geldiğinde anneleri bıraktığı gibi yine mutfakta buldu.

                “İyi akşamlar, işte döndüm.”

                Güllüşah sesli kuran okumakta, Küçük Hanım da dua eder gibi, dizlerinin üstüne oturmuş, ince vücudunu Güllüşah’ın sesine uydurmuş hafif hafif sallanmaktaydı.

                “Hoş geldin” dedi Güllüşah.

                Küçük hanım şaşkın şaşkın baktı.

                “Gel otur bizimle, Kuran da bitti zaten, babanlar nasıl?”

                “İyiler, ikisinin de selamı var.”

                Hepsi bu kadardı Müjgan’ın baba evine gidiş dönüşüyle ilgili söyleyecekleri. Getirdiği paketi açtı, içindekileri bir tabağa boşalttı, masanın üstüne koydu.

                “Bunları annem yolladı, akşam yemeği yapın diye.”

                Güllüşah bir şeyler mırıldandı ama Müjgan anlamadı ne dediğini.

                “Bana ihtiyacınız var mı? Yoksa odama çekileceğim.”

                “İyi geceler kızım, gidebilirsin.”

                “Size de iyi geceler.”

                Güllüşah sevinse de Müjgan’ın eve döndüğünde, ki zaten döneceğinden bir saniye şüphe etmemişti, durumdan çok tedirgindi.

                Müjgan’dan buram buram çıkan hasret dumanlarını görmekteydi; ağda gibi yapışkan, kendisinin de yabancısı olmadığı.

                Ne vefadır ikisinin de sevgileri, hiç yok olmayan…

                Yine o gün merakla yolunu izleyenler, Müjgan’ın koca evine geri dönüşünü görmüşlerdi.

                Dimdik kararlı adımlarla ama güzel yüzü buğulu.

                Bir çoğu:

                “Yürek ister böyle sevmeye, yürek” demiş, kutlamışlardı onu içten içten.

                Kimi de:

                “Bu kadarı da fazla artık” demişti.

                Ama sonunda o koca evinde kocasız annelerle kalmıştı, törelere karşı çıkıp.

                Annelere de Şemsettin’in bağlar ziyaretiyle ilgili bir kelime dahi etmedi.

                Ne şikayet ne rivayet.

Bağlardan kasabaya inme zamanı ekim ortalarında gelir.

                Kış için hazırlananlar yerlerini bulur.

                Kış gelir çatar ve her zamanki gibi gelir geçer güzellikleriyle, zorluklarıyla.

                Baharla birlikte de düğünler olur. Geçen bahar sözlenip nişanlanan genç kızlar evleneceklerdir bu bahar.

                Bunlar arasında yakın akraba kızlarından Zeliha vardı ve tabi ki Müjgan baş davetlilerdendi.

                Kına gecesi gelip çattı.

                Müjgan kışın kasvetini atmak istercesine bu akşama çok severek ve sevinerek hazırlandı.

                Nişanında giydiği limon küfü yeşili elbisesini çıkardı, çeki düzen verip ütüledi.

                Akşam üstü giyindi, kuşandı, saçlarını tarayıp salıverdi dalga dalga.

                Yılların, acıların, hasretlerin yıpratamadığı güzelliğiyle bir başkaydı Müjgan bu gece. Olgun, içten, dipten, derinden güzel. Yeşil elbisesi gizli tutmak istediği vücudunun bütün yuvarlaklıklarını ortaya koymuştu. Ayakkabılarını da giyip aynanın önüne geçti. Memnundu gördüğünden.

                O düğün evine geldiğinde, yeni gelinler ve gelinlik kızlar güzel giysileri içinde Dudu’yla, Nazife’nin etrafında yarım ay olmuş, ellerinde mumlar, sırası gelen dansa kalkmaktaydı,

                O girince bütün yüzler ona çevrildi.

                Müjgan yavaş yavaş fark edilen güzelliklerden değildi. Karda kışda veya yağmurdan sonra ansızın doğuveren güneş gibi gözleri kamaştırırdı hemen. Saçları güneşi emmiş ve sonra güneşte erimiş tel tel akan şeffaf baldır sanki, omuzlarından dalga dalga dökülür beline kadar.

                Ona bakıldığının farkında değilmiş gibi yürüdü geldi, kendisine gösterilen sandalyeye oturdu.

                Salon daha bir aydınlandı cıvıl cıvıl sıçrayan ışıklarla doldu.

                Bu ışığın merkezi Müjgandı.

                Sırası gelen dansını yapıp yerine otururdu.

                Sıra Müjgan’daydı. Dudu’yla göz göze geldi. Dudu Müjgan’ı çok sever, çilesini de iyi bilirdi. Önce Müjgan’a kızken çok güzel oynadığı çiftetelliyi vurdu. Hala güzel oynamaktaydı çiftetelliyi Müjgan.

                Herkes yine Müjgan’ın güzelliğinde birleşti. Onun çok özel bir insan olduğunu herkes bir kere daha onayladı içten içten.

                Sonra nedense, bu sefer Nazife müziği birden bire değiştiriverdi, Vurdu birden “Yarim İstanbul’a gittin beni unuttun…”

                Müjgan önce durakladı, şaşırdı. Düğün halkı dikkat kesildi, onun ne yapacağını bekledi, bu şarkıyla dans edecek midir yoksa dönüp yerine mi oturacaktır?

                Müjgan kendi etrafında dönmeye başladı. Dudu’yla karşılaştı gözleri, o da başıyla tasdik etti. Bu gözler ona:

                “Oyna, dans et, göster herkese neyi yaşıyorsan, dansla dile getir.”

                O da vurdu dümbeleğine:

                “Yarim İstanbul’a Gittin…”

                Müjgan dönmeye devam etti. Önce yavaş yavaş, aşkı dansıyla bir nakış gibi işlercesine; vücuduna içten kıvrılışlar ahenkler vererek, hasreti, sevgiyi dansa dönüştürdü.

                Sonra dansı alışılmamış bir şekil aldı. Müjgan yükseldi, diz vurdu, döndü kendi etrafında, görülmemiş bir ahenkle. Döndükçe yükseldi, aşkı dansıyla şekillendirip bir ışık sütunu gibi. Müzik, dans ve düğün halkı bir bütün oldular Müjgan’la birlikte.

                Aşkın itirafının şahidi oldular.

                Müjgan bir ışıktı. Dans ondan çıkan ışık dalgalarıydı sanki. Işık mumlardan mı çıkıyordu yoksa mumlar ışığını Müjgan’dan mı alıyordu belli değildi.

                Müjgan’ın aşkı, hasreti, şimdiye kadar bilinmeyen derinliklerde akan acıların ırmakları, birdenbire yüzeye fışkırmış, dans olmuştu Müjgan’da. Müjgan döndü, uzandı, sallandı. Düğün halkı her şeyi unutmuş, Müjgan’ı yaşadı, gözlerden akan yaşların farkına varmadılar, herkes dansla sergilenen aşk karşısında huşu içindeydi.

                Dudu ağladı, düğün ağladı.

                O, hala sevmenin yüceliğine ermiş, onun ilahi gücüne inanmış, bir tanrıça gibi mutlu dansına devam etti.

                Birbiri ardında sönen mumların ortasında dolunay gibi ışık saçtı.

                Tek tük sönmemiş mumlardan birinin sahibi İzmir’li doktor hanım derin bir soluk aldı gözyaşlarını silerken.

                Kendi kendine mırıldandı.

                “Allah’ım, bildiklerimin, öğrendiklerimin tümünü al, karşılığında kalbimi böyle bir aşkla doldur.”

                Sevmenin okulu yoktu.

                Son sönen mumlarla düğün halkı ayaklandı, sessizce evlerine yollandılar, gözlerini silerek.

                Gözleri kuru olan sadece Müjgan’dı.

                Dudu da dümbeleğini yere bıraktı. Müjgan’ın koluna girdi. Müjgan’ın kapısına kadar birlikte yürüdüler ve hiç konuşmadan ayrıldılar.

                Yalnızdı bu gece Müjgan yatağında, Şemsettin’le…

  Bir gece yine uykusunun başında değişik bir duyguyla uyandı Müjgan.

                Yatağında oturup uzun uzun düşündü. Bulup çıkaramadı nedenini.

                “Göle ineyim” dedi. “Su her şeyi bilir, bildirir.”

                Geceliğinin üstüne yün atkısını alıp, bahçeye indi.

                Hava serindi, aysız bir geceydi. Sırdaşına yollandı her zamanki gibi. Yarım adanın en ucuna kadar yürüdü, sağlam bir kayaya oturdu.

                Ay olmasa da, elle tutulacak kadar yakın görünen yıldızlar, gölü de, adaları da aydınlatmaktaydı. Göl ve gök gümüş renginde birleşmişlerdi.

                Doyamadı Müjgan her zamanki gibi bu güzelliğe.

                Daldı, gitti…

                “Neredeyim? Nereye varmak istiyorum.”

                Oturdu, bekledi cevabı, suya bakarak.

                “Senin bana ihtiyacın yok cevabı bulman için.

                Çık gündeliğinden, derinlerine dön, dinle, kulak ver benliğinin sesine. Sen bunu daha önce de yaptın. Bu her zaman için geçerli. Sen duyabilenlerdensin. Haydi korkma, kulak ver, duymak duymamak istediklerine, korkma duyacaklarından. Sadece duymakla kalma, tatbik et duyduklarını, o zamanki gibi. Şimdi hayatının önemli bir düğümünü çözmek için yoldasın. Onu çözmeye, hakikatleri görmeye hazırsan düğüm çözülecek, yeni kapılar açılacak. İçinden çıkacaklar değme mücevherlerden daha kıymetli.”

                “İyi ama, bu nasıl olacak?”

                “Sadece yürekten istemekle, gelecek ne olursa olsun, onu göğüslemeye kararlı olmakla, yargılamadan. Aç kendini hakikatlere, hazır ol beraberinde gelenlere katlanmaya, seve seve.

                Haydi, dinle sessizliği, dinle yüreğini; yüreğinle dinle, ruhunla duy. Aç kendini görülmeyen dünyalara, duyulmayanlara…

                Hakikatler, duymaya hazır olduğun zaman gelip seni bulurlar. Çözül benliğinden, acılardan korkma. Onlar sana hayat boyunca öğretmen olacak hediyeler getirirler beraberlerinde ve de başkalarına verebileceğin.

                En acı tecrübeler, en güzel geleceklere gebe olabilir.”

                En deriniyle dinledi Müjgan bu derinlerden gelenleri.

                Devam etti su konuşmaya:

                “Tekrarlıyorum. Sen bir kere daha bu yolda dibe indin, hatırla, yontulup öğütülüp tekrar dirildin yontulup inceldin, keskinleştin.      Şimdi yine sıra sende, aç kapıları, kapılarını, keşfet henüz keşfedilmemişleri. Dal diplere ki yüzeye çıkabilesin…

                Haydi git eve üşütmeden. Ayrıca sıcak tut düşüncelerini, hissettiklerini. Fazla bekleme bekletme, nazlıdır onlar, kaçıverirler; geri gelmeleri çok uzun sürebilir.  

 İki gün sonra elinde küçük bir bavul, İstanbul trenine bindi Müjgan. Önce bu yolculuktan korktu. Elinde olmadan kendini bir yerlere çeken önleyemeyeceği bir sona tanık olacakmış gibi duygulara kaptırdı kendini.

                Ayrıca Müjgan hayatında bağlardan başka hiçbir yere gitmemişti.

                Yola çıkmadan bir gece önce yatağına oturdu, gideceği gidebileceği yolları hayalinde canlandırdı.. pek kolay olmadı bu:

                Hayalinde hiç binmediği trene bindi. Yolları, gölleri, dağları aştı. Yol oldu, göl oldu, dağ oldu, içinde gideceği tren oldu, yolcu oldu. Şemsettin’in kapısının önünde oldu. Amacıyla bir oldu, bütünleşti.

                Biraz rahatlamıştı. Artık korkmuyordu, bildi bu işi de başaracağını, yabancısı değildi artık planladığı işin.

                Annelere sadece bir “Hoşça kalın”la veda etti.

                Güllüşah biliyordu yolculuğun nereye olduğunu. Çok üzgündü belli etmemekle beraber.

                Müjgan İstasyona yürüyerek gitti. Yolda görenler oldu onun dumanlı düşünceli yürüyüşünü. Yolculuğun nereye olduğunu anladılar. Sevindiler kimi onun hesabına; sevgiyle saygıyla eğildiler önünde ona göstermeden, kalplerinden içtenlikle.

                İlk kez trene binecekti. İstasyona varınca etrafına bakındı, belki yolcular içinde tanıdık birisi vardır diye. Kimseyi göremedi. Diğer yolcularla birlikte trene bindi. Kara trenin içi dar bir koridor gibiydi. Tahta koltuklar birbiri ardına arka arkaya koridorun iki yanına sıralanmış. İçerisi eski hava kokmaktaydı. Pencere yanında boş bir yer buldu, oturmak üzereyken diğerlinin eşyalarını tepedeki raflara koyduğunu fark etti. O da küçük bavulunu koltuğunun üstündeki rafa koydu.                                       Mantosunu çıkarmadan oturdu.

                Elinde kocaman bir bohçayla yaşlı bir köylü kadın da karşısındaki boş yere oturdu. Bohçasını kucaklar gibi kucağında tutmaktaydı sıkı sıkı. Sevindi Müjgan. Selamlaştılar.

                “Hoş geldin nene, ver bohçanı rafa koyayım rahat edersin.”

                Vermek istemedi kadın.

                “Hayır, hayır, onlar askerdeki oğluma hazırladığım kışlık giysiler, biraz da kumanya.”

                “Olsun korkma, kimse bir şey almaz, ver koyayım da rahat edersin.”

                Müjgan bohçayı rafa yerleştirdi.

                Tren ilk düdüğünü çaldı, gamlı gamlı, o her seferinde yüreğini yakan sesiyle. Sonra ikincisi ve hareket etti.

                Müjgan başını arkaya dayayıp pencereden durmadan koşan, birbirini kovalayan manzarayı seyretti.. Göl ve yarım ada yavaş yavaş arkada kaldı. Bir müddet sonra tren demir köprünün üstüne gelince sevgili gölünü ve kasabasını bir kere daha baktı. Tren miskinler yokuşunu dönünce tamamıyla kaybetti onları. Sonra kupkuru ovalar başladı.

                Çok geçmeden hava iyice karardı, dışarısı görünmez oldu. İçerisi de arka tarafta durmadan sigara içen erkeklerin sigara dumanıyla dolmuştu.

                Sonra birden ışıklar yandı. Trenin içi ışıklarla beraber başka türlü göründü. Müjgan hiç böyle yabancı bir kalabalıkta bulunmamıştı. Biraz yadırgadı ama katlanmak zorunda olduğunu biliyordu.

                Yaşlı kadın karşısında uyuklamaktaydı.

                “Ben de uyusam iyi olur, vakit daha çabuk geçer.”

                Gözlerimi kapar ama uyur kalırım da İstanbul’da inemem diye korktu, uyumadı.

                Gelmişi, geçmişi ve gelebileceği düşündü.

Bir müddet sonra nine de uyandı. Nineye “İstanbul’a çok  var mı? diye sordu. Nine şaşırdı.

                “Ne demek çok var mı? Gelinim, yolculuğumuz bütün bir gece sürecek. Sen İstanbul’a gittiğini söylemiştin değil mi? Ben senden önce ineceğim, İzmit’te. Dediğim gibi ortanca oğlum asker orada. Onu ziyaret edecek, kışlıklarını vereceğim. Sen daha sonra ineceksin. Bu benim ikinci yolculuğum İzmit’te. Senin İstanbul’una İzmit’ten sonra bir üç saat daha sonra varılır.”

                Sabah sekiz sesini duyunca şaşırdı Müjgan. Bu kadar uzak olabileceğini hiç düşünmemişti. Birden yanına yiyecek içecek bir şey almadığını hatırladı.

                “Mühim değil” dedi.

                Nine kafasını tekrar arkaya dayayıp gözlerini yumdu.

                Müjgan birden huzursuz hissetti kendini. Yarından, karşılaşmaktan korktu yine. Korkuları kovarcasına gözlerini yumdu: “Ben de uyuyayım bari, hem düşünmekten kurtulurum hem de vakit çabuk geçer.”

                Karmakarışık rüyalar, hayallerle uyudu uyandı durdu.

                Trenin sarsılmasıyla gözlerini açtı. Pencereden baktı. Güneş doğmak üzereydi. Tren bir göl boyunca yol almaktaydı. Korktu:

“Acaba uyurken İstanbul’a varıp da geriye mi döndü, sakın bu göl benim gölüm olmasın” dedi.

                Nine de uyanmıştı.

                “Bütün gece sayıkladın durdun a gelinim.”

“Bu göl hangi göl nine, biliyor musun?”

                “İzmit’e yaklaşıyoruz, benim ineceğim istasyon. Şu bohçayı alıver de hazır olayım. Tren durunca hemen inerim.”

                Müjgan uzanıp bohçayı yukardan indirip nineye verdi. Nine yaşmağını, şalvarına çeki düzen verdi. Tren durdu. Nine:

                “hoşça kal gelinim, sağlıcakla kal, yolun açık olsun; iki saate varmaz sen de İstanbul’da olursun.

                Müjgan da ona:

                “sen de hoşça kal nine, selametle asker oğluna kavuş” dedi.

                İstanbul’a kadar yol tükenip bitmek bilmedi.

                Nihayet kara tren homurdana homurdana Haydar Paşa Garına girdi.

                Herkes ayaklanmış, trenin durmasını beklemekteydi. O da İstanbul’a geldiklerini anladı. Bavulunu aldı, inmeye hazırlanan yolculara katıldı.

                Tren büyük bir gürültüyle durdu. Dururken çıkardığı ses kapalı garda yankılar yaptı. Müjgan, tren büyük bir binaya girdi sandı. Dışarıda hiç görmediği kadar çok insan vardı. Hepsi de telaş içinde koşar gibi yürümekteydi.

                Daha başka trenler de gelip gitti kapalı gardan.

                Bütün gece oturmuş olmanın verdiği ağırlığı ve bacaklarının sızısını hissetti.

                Mantosu hala  sırtında olduğu için, sadece gece başından omuzlarına kaymış olan eşarbını tekrar başına taktı. Oradan buradan fırlayan saçlarını eşarbın altına sokuşturup zap etmeye çalıştı.

                Koridor inmek için itişip kakışan insanlarla dolmuştu. Önündeki sıra yavaş yavaş bitti. O da trenden indi. Kara trenlerin biri gidip biri gelmekteydi. Haydar Paşa Garı’nda Müjgan şimdiye kadar hiç görmediği şeyler karşısında şaşkın, etrafına, insanlara baktı. Sonra gözleri Haydar Paşa Garı’nın duvarlarına ve tavanına takıldı. Gördüklerini çok beğendi. Nereye gideceğini bilmediğinden önündeki yürüyen insanları takip ederek o da yürüdü. Kendini Haydarpaşa’nın denize bakan görkemli büyük kapısında buldu. Gördüğü manzara nefesini kesti adeta, güzeli görebilen Müjgan’ın.

                İlk defa İstanbul’la tanıştı.

Gelip geçenlere mani olmamak için kapının sağına çekildi.

                Küçük bavulunu yere ayaklarının yanına koyup ellerini mantosunun cebine soktu, gördüklerini seyre daldı.

                Şaşkındı gördüğü güzelliklerden. Karşı sahilin tepelerini süsleyen camilere takıldı kaldı gözleri.

                Bütün haşmetiyle Sultan Ahmet ve Süleymaniye hemen önünde.

                Sağda on beş asırlık Ayasofya vardı.

                Hava ılık ve sisliydi. Müjgan ince bir tül ardından seyreder gibiydi bu güzellikleri. Gözleri sağ kıyılara kaydı; Dolmabahçe selamladı onu bütün inceliğiyle.

                Solda çok ilerde asırların yorgunluğunu omuzlarında taşırcasına Sarayburnu ve Topkapı Sarayı, sabahın mahmurluğuyla nefes alıp veriyordu sanki, yavaş yavaş, yorgun yorgun, tarihi anlatarak.

                İstanbul da ona bakıyordu, güzelliğini ayaklarına sererek, sanki, hangi rüzgarlar attı seni burulara dercesine. Marmara gözünün yeşilini kıskanıp çalkalanmaya başladı.

                İstanbul Müjgan’ı koynuna almaya hazırdı.

                Her şey alışmış olduğu ölçülerin dışında kocaman kocamandı.

                Deniz kocaman, vapurlar kocaman onu selamlayan muhteşem camiler kocaman ve İstanbul koskocamandı….

                İnsanlar çok, pek çok, her bir yana koşuşturmakta; hanımlar çarşafsız, mantosuz, başları açık.

                Her şeyi çok beğendi Müjgan.

                “Burada yaşamak güzel olsa gerek” diye düşündü.

                Birden niçin geldiğini hatırladı.

                “Buraya kadar güzeldi, kolaydı; yer yol aramama lüzum kalmadı, kara tren taşıdı getirdi beni İstanbul’a. Şimdi ne yapacağım? Yol bilmem yordam bilmem bu koca İstanbul’da.”

                Garın merdivenlerinden indi yavaş yavaş, çevresindeki güzellikleri seyrede seyrede.

                Merdivenlerin altında bir kere daha dönüp Haydar Paşa Garı’na baktı sorarcasına: “Ne yapayım şimdi, nereye gideyim?”

                Gar cevap vermedi.

                Aklına beraberinde getirdiği Şemsettin’in eski mektup zarfı geldi.

                “Adres” dedi. Adres var, birine sorsam belki yolu gösterir.”

                Rıhtıma doğru yürüdü. Yanından geçen ilk kadına zarfı gösterip:

                “Şu adresteki yeri biliyorsanız bana gösterebilir misiniz?” dedi.

                Genç kadın bir Müjgan’a bir zarfa baktı, anladı Müjgan’ın uzaklardan geldiğini.

                Okudu,

                Kanlıca, Hamam Sokak No: 54

                İstanbul

                “Taksiye binmeniz lazım kardeşim, yürüyerek gidemezsiniz.”

                Sol taraftaki taksi durağını işaret etti.

                “Bakın hemen şurada taksiler var. Adresi gösterin, onlar sizi gitmek istediğiniz yere götürürler.”

                Müjgan genç ve şık kadına teşekkür edip taksi durağına yürüdü.

                Müjgan’ın içi daraldı, Şemsettin’in evinin taksi ile gidilecek kadar uzak olması pek hoşuna gitmedi. Tedirgindi.

                “Para” dedi, lazım olacak, inşallah kafi derecede yanıma almışımdır. Yetmezse ne yapacağım?”

                Cebinden kocaman bir tomar para çıkardı.          Saymadan geri koydu mantosunun cebine.

                Tomarın ağırlığından yeteceğini anlamıştı paraların.

                Taksi durağına gelmişti. Ne yapacağını bilmeden, taksisinin başında bekleyen bir şoföre yaklaşıp zarfı gösterdi.

                “Şu adrese gitmek istiyorum.”

                Şoför zarfı eline aldı.

                “Bin bacım, götürelim.”

                Genç bir İstanbul delikanlısıydı taksi şoförü. Temiz görünüşü Müjgan’da itimat uyandırdı.

                Müjgan biraz rahatlamıştı. Taksiye girip arkaya oturdu. Küçük bavulunu da yanına koydu.

                Taksi hareket etti. Uzun, tanımadık, güzel yollardan geçti.

                Nihayet taksi küçük bir evin kapısının önünde durdu.

                “İşte bacım, aradığın adres bu, geldik, inebilirsin.”

                Müjgan hiç acele etmeden bavulunu alıp taksiden indi.

                Ücretini sormadan cebinden çıkardığı para tomarını şoföre uzattı.

                “Buyurun, borcum ne kadarsa alın içinden.”

                Şoförün gözleri fal taşı gibi açıldı. Bir banknot alıp gerisini iade ederken:

                “Böyle tomar tomar uzatma paranı insanlara bacım, burası İstanbul, herkes ben değil.”

                Bir şey anlamadı Müjgan.

                Paraları tekrar cebine koyup elinde bavulu, kapıya yürüdü.

                Kapının önünde için için titrediğinin farkına vardı.

                “Aldırma, açlıktan olsa gerek” dedi.

                Şemsettin’in kapısı önündeydi. Mutluydu. Eli bir türlü kapının ziline gitmiyordu

                “Yoksa korkuyor muyum?”

                Yavaşça kapının ziline dokundu. Zil kısacık çaldı. Ses çıkmadı içerden. Bekledi, biraz daha.

                Tekrar bastı zile, bu sefer biraz daha uzun. Yine bekledi.

                “Belki hala uyuyordur, sabahın bu erken saatinde” dedi.  

Bir müddet sonra kapı açıldı. Karşısındaydı Şemsettin.

                Yataktan yeni kalktığı belliydi, pijaması buruş buruş, saçları darmadağındı.

                Müjgan gülümseyerek ona baktı. İçinden koşup boynuna atılmak, “Bak, işte ben geldim, buradayım” demek geldi. Fakat bu Şemsettin tanıdığı Şemsettin’den farklı gibiydi. Yine de:

                “Günaydın, ben geldim” dedi.

                Şemsettin, kapı aralığında bağrı açık, yüzü buruş buruş manasız manasız bakan bir çift göz, şaşkın sordu:

                “Sen misin hakikaten Müjgan, yoksa rüya mı görüyorum?

                Senin işin ne burada?”

                “Evet benim ama, sana ne oldu böyle, hasta filan mısın?”

                “Hayır, hasta değilim, bilakis. Önce söyle bakalım buraya nasıl geldiğini, niçin geldiğini?”

                İçerlerden sesler duyuldu. Holde bir kadın belirdi. Bu kadın tanıdığı, evde bulmayı beklediği Gülseren değildi.

                Müjgan hala kapı eşiğinde ayakta, sordu:

                “Gülseren nerede?”

                Bu çok kesin sorulmuş bir soruydu. Şemsettin önce şaşırdı, ellerini saçlarına götürüp çeki düzen verirken bıkkın bir sesle:

                “Gülseren yok. Bu Gülay” dedi.

                Müjgan şaşkın, ne deyip ne edeceğini bilemedi. İçerden çıkan kadın gelip Şemsettin’in yanında durdu.

                Şemsettin: “İşte, geldin gördün, nihayet kim olduğumu. Ama gir içeri de daha iyisini gör. Sabahın serinliğinde dışarıda durma, beni de üşütme.”

                Bir adım geri çekildi.

                Müjgan, rüyada gibiydi gördüklerine, duyduklarına inanmak istemedi.

                Şemsettin devam etti:

                “Bak Müjgan, gördüğün gibi, ben buyum. Siz beni; Güllüşah ve sen, olmadığım bir şekilde görmek istediniz, beni de zorladınız beklentilerinizle, olmadığımı oynamaya. Ben de olmayanı gördünüz, olmayanı istediniz. Hele sen Müjgan, benim hep en güzeli, en doğruyu yaptığımı zannettin. İkiniz de benden hep veremeyeceğimi vermemi beklediniz. Ben de elimden geldiğince benden beklediğiniz bu rolü oynamaya çalıştım.”

                Derin bir nefes aldı. Daha sekin bir sesle:

“Benim veremeyeceğimi, olamayacağımı benden istemek, benden beklemek, beni zorlamak değil mi?

                Sustu. Derinlerden çıkmaya çalışan bir şeyleri bastırmaya çalışıyor gibiydi. Sonra beklenilmeyecek kadar sakin ama bir o kadar da bezgin bir sesle:

                “Aradığını bulursam sana, getiririm, söz veriyorum… Bunu ben senden çok istiyorum… İnan.”

                Son sözleri fısıltı gibi çıkmıştı ağzından… Geri çekilip içeri girerken:

                “Kusura kalma iyi kadın, beni sana veremediğim için. Ben beni arıyorum, sen beni arıyorsun… Kader denir buna, kader.”

                Tekrar gözleri karşılaştı Müjgan’la. Bu bomboş gözlerde derin ıstıraplar, yalnızlıklar gördü Müjgan’ın gördükleri yüreğini delip geçti.

                Başını kaldırıp şefkatle baktı, bu çok sevdiği güzel yüze.

                Şemsettin konuşmaya devam etti:

                “Bak sevgili Müjgan, benim vefakar cefakar karım. Ben daha iyisini yapamıyorum… Affet beni…”

                “Sen sarhoşsun  galiba, sabahın bu saatinde? Neler oldu sana?”

                Bu sefer fısıldar gibi konuşan Müjgan’dı.

                “Ben hep böyleydim Müjgan; sen başka Şemsettin’i görmek istedin, Güllüşah da… Ben de istediğiniz gibi olmaya dayanabildiğim kadar dayandım.”

                Uzun bir sessizlik oldu.

                “Allah bile kurtarmak istemedi beni bu hayattan, hatırlarsan.”

                Müjgan daha fazlasını duymak istemedi. Yerden bavulunu eline aldı. Tekrar belki, deyip, bir ümitle Şemsettin’in gözlerine baktı, gözlerinin en derinliğine. Bu gözlerde görmek istediği, tanıdığı Şemsettin’i bulamadı; şimdikini de daha fazla görmek istemedi.

                Yürüdü. Birden sanki bir şeyler unutmuş gibi geri döndü. Şemsettin hala kapının arkasında ona bakmaktaydı.

                “Şemsettin” dedi.

                Şemsettin cevap verdi

                “Efendim Müjgan.”

                “Sana teşekkür ederim, seni sevmeme müsaade ettiğin için.”

                Oradan uzaklaştı.

                Nereye gittiğini bilmeden uzun uzun yürüdü. Derin üzüntüler içindeydi.

                Beyninde bir orkestra, hiç tanımadığı, daha önce hiç dinlemediği bir müziği çalıyordu.

                Ve de bu tanımadığı orkestranın bütün enstrümanlarını tek tek duyabiliyordu  Müjgan.

                Bu tanımadığı müzik çok hoşuna gitti. Müjgan’ın: bazen ağır, bazen gümbür gümbür; bazen sakin, gizemli hüzünlü. Müzik bütün beynini kaplamıştı. Bu müzik ona hem yabancı, hem çok tanıdık geldi. Bütün vücudu biliyordu, tanıyordur bu müziği.

                “Ne tuhaf” dedi.

                Sonra müzik beyninden yüreğine indi, daha doğrusu bütün benliğini kapladı, kendi müzik oldu.

                Bu müzik yürüttü onu, yürü dercesine, hedefe doğru, bilmediği…

                Yürüdü, yürüdü…

 İçindeki müzik durduğunda bir bankın önündeydi, uçsuz bucaksız mavi deniz gözlerinin önünde seriliydi.

                Kalbi kırıktı. Yere düşüp parçalanmış kristal bir sürahi gibi. Kırık sivri uçlar batmaktaydı, takıldıkları yerleri kanatmaktaydı.

                Ateşli ama yorgun ruhu artık her şeyden vazgeçmiş gibiydi…

                Banka oturdu, başını arkaya dayadı, gözlerini kapadı.

                Su şırak şırak çarpıyordu kıyıya.

                Yine her zamanki gibi zor zamanında suyun başında olduğunun farkına vardı.

                “Hiç birini söyleyemedim yine söylemek istediklerimin, her zamanki gibi… Nasıl olur, nasıl olabilir?”

                Sanki içinden canı boşalıyordu, şimdiye kadar ona hayat veren şey onu terk etmişti.

                Geride kalan boşluk acı, buruk, sirke gibi keskin, yakıcı yıkıcıydı.

                Şemsettin’in acısını da duyuyordu yüreğinde, sevememezliğin, bağlanamamazlığın ve vefasızlığın. Her rüzgara kapılan, savrulup yanamayan, kül olamayan.

                Ne kadar zamandır bankta oturduğunun farkında değildi. Yine suyun sesiyle kendine geldi.

                Su konuştu ona yine:

                “Ne oldu? Yola çıkmadan önce her şeyle karşılaşmaya hazır olman icap ettiğini söylemiştim, unuttun mu? Görüyorsun, sen onu istediğin gibi gördün, görmek istedin. Güllüşah da, sen de sevginizle onu olmadığını, olmaya zorladınız. O da sadece sevilmeyi bildiği, sevilmeyi istediği, sevmeyi öğrenme fırsatı bırakılmadığı için sizin istediğiniz gibi olmaya çalıştı. Bir müddet muvaffak da oldu. Sen de böylece beraberliğin mutluluğunu tanıdın.

                Şimdi artık onu olduğu gibi gördün. Şaşma ve kabullen. Bu dünyada herkes kendi yolunu kat etmekle kendi yükünü hafifletir.

                Başkalarının yolu başkalarınındır. Onların yolunu onlar için, onlar adına sen yürüyemezsin.

                Onlar da kendi yüklerini bu yolda kendileri yürüyerek hafifletebilirler, kendileri için.

                Bırak onu kendi yolunda, kendi yüküyle ve yalnız başına;

                sevmeyi öğreninceye kadar. Daha çok uzun yolu var, belki…

                Sen yolunda, o yolunda. Anladın mı?”

                Müjgan dinledi, derindeki kulağıyla.

                “Yol” dedi, “benim de yolum buraya kadarmış.”

                Oturup bir müddet daha dinledi suyun söylediklerini, tekrar tekrar düşündü.

                Uyudu, uyandı, uzun müddet kaldı bankta.

                Simitçi çocuğun sesiyle uyandı.

                “Simit ister misin abla?”

                Yola çıktığından beri bir şey yemediğini hatırladı. Açtı.

                Bir simit aldı simitçi çocuktan. Tomar paradan bir tane çekip verdi. Simitçi çocuk alışverişten  çok memnun koşarak uzaklaştı.

                Simitten küçük bir parça kopardı, yavaş yavaş yedi. Tekrar denize, ta uzaklarda gökle birleştiği noktaya baktı.

                “Yolcu yolunda gerek; nasıl yapacağımı bilmiyorum ama en iyisi geldiğim yoldan geri yürümek. Yol bitince yine düşünürüm.”

                Ayağa kalktı.

                Bavulu elinde yine yollardaydı.

                Yürüdü yavaş yavaş, yolu içine sindirircesine.

                Çok hafiflemiş hissetti kendini; daha doğrusu ağır bir yükten kurtulmuş gibiydi, mutluydu, sebebini bilmeden.

                Yine boşluğun derinliklerindeydi.

                Bir şeyleri yitirmişti.

                Yavaş yavaş hatırladı, yitirdiğini.

                Şemsettin’sizliği biliyordu, alışkındı onsuzluğa ama, sevmeden yaşamayı tatmamıştı daha, nasıl yaşanacağını da bilmiyordu onsuz…

                Ne yapacaktı şimdi?

                Hoşuna gitmedi bi boşluk.

                “Allah’ım, beni onsuz, sevgisiz bırakma.”

                Zor anlar yaşıyordu Müjgan.

                Yürümeye devam etti, uzun uzun, yana tutuşa, denizden gelen rüzgarlarla savrula savrula. Bal rengi saçları bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi çoktan, her teli taraftaydı.

                Eşarbı rüzgardan takılı kalmıştı bir yerlerde.

                Zevkli bir uysallıkla geleceğe boyun eğmiş yürüdü gitti kendini çekene doğru.

                Yine bir bank gördü. Yine deniz kenarında idi.

                Oturdu.

                Yorgundu, iyice yorgundu.

                Birden derinlerinde bir yerlerden bir sesler duydu Müjgan.

                Tak… Tak… Tak…

                Gök göz göz olur, bulutlar patlar, yıldızlar ateş olur Müjgan’ın acısından aldıkları kıvılcımlarla, deniz kabarır, yeşil dalgalar ayaklarına vurur, yavaş yavaş yeşil yeşil, sonra pembe pembe ışık ışık.

                Güneş Müjgan’ın acısından kaçıyordu karşı kıyıların ardına, batıyordu kızıl kızıl.

                Şimşekler çaktı içinde, dışında.

                Müjgan ışıklara gömüldü.

                Yine aynı ses duyurdu kendini…

                Kapı çalınır gibi.

                Tak… Tak… Tak…

                Tanıdığı bildiği bir sesti bu sanki,

                Bekledi Müjgan bir müddet, dinledi, sonra:

                “Kim o?” dedi, duyulur duyulmaz

                Ses cevap verdi;

                “Benim, Sen…”

 BİTTİ

 

Bu Haberi Paylaş



Yorum Yap